KARA ZAMBAK DERGİSİ KURUCUSU ŞAİR ALİ ŞERİK İLE SÖYLEŞİ

Söyleşen: İbrahim Eroğlu.

1-Hollanda’da yaşayan arkadaşlarımızın neredeyse hemen hepsinden farklı olarak eserlerinizi iki dilde de kaleme alabilme yeteneğine sahipsiniz.  Bu yeteneğinizi yayımladığınız dergiye de yansıttığınız gözleniyor. Bu söyleşimizde, Kara Zambak serüveninizi konuşalım istedik. Kara Zambak dergisini yayımlamaya neden ihtiyaç duydunuz?

Kara Zambak serüveni 2015 yılında başladı. O dönemlerde Hollanda’da yaşayan şair ve yazarlar arasında büyük bir dayanışma vardı. Kitap çıkartan arkadaşlar kitaplarını paylaşmak ve eserlerini tanıtmak için bir platform aramaktaydı. Bu bağlamda Balad Şiir Vakfı birkaç yıl önce kurulmuştu ve sık sık edebiyat etkinlikleri yapılıyordu. Hollanda’da bir edebiyat dergisi yoktu ve bu boşluğu doldurmak, yazar ve şairlerin ürünlerini tanıtmak, yazı kalitesini yükselmek ve genişletmek için ortaya çıktı Kara Zambak düşüncesi. En önemli nedenlerden biri de okurla edebiyatı buluşturmaktı. Dergiye başlamadan önce etrafımdaki tanıdığım şair ve yazar arkadaşlara dergi çıkarma düşüncemi paylaştım. Hemen hemen tüm arkadaşlar dergi düşüncesine olumlu baktıklarını, böyle bir dergiye ihtiyacın olduğunu ve canı gönülden destekleyeceklerini açıkladılar. Birkaç arkadaşın düşüncesi değişikti, ‘sana önce söz verenler sonra seni yarı yolda bırakırlar, onların her gönderdiklerini yayımladığın zaman seni desteklerler, fakat eserlerini yayımlamazsan, biraz eleştirisel yaklaşırsan sana sırtlarını dönerler’ diyenler de oldu. 

İçimde hep uçsuz bucaksız bir edebiyat sevgisi vardı, şiirle haşır neşir olmayı her zaman istiyordum. Dergi benim için bir edebiyat ve kültür mutfağı oldu. Artık yalnız şiire eleştirel gözle bakmıyordum, öykü, makale, anı gibi yazıları da değerlendirmeye, anlamaya, tartmaya çalışıyordum. Bunu yaparken derginin ilk gününden beri çalışan yazar Kazım Cumert arkadaşımın bana çok katkısı oldu. 

Dergi bir öğretmen oldu bana. Zorluklarda çıkış yollarını gösterdi, bir terzi gibi kumaşı kesmeden önce kaç gez ölçmek gerektiğini öğretti. Ben öykü yazdım demekle yazar olunmadığını, her şiir yazanın şair olamayacağını, bir ürün üzerinde konuşmanın eleştiri olmadığını öğretti. Dergi beni okurla tanıştırdı, yeni bir pencereden edebiyata bakmayı öğretti.

Kara Zambak sayesinde Hollanda ve Türkiye’de yazılan edebiyatı tekrar tanıma fırsatı buldum. Yeni şiire ve öyküye başlayan arkadaşların yanında usta kalemlerini yazılarını da yayımladık,  Türkiye’den ve Avrupa’nın değişik ülkelerinden yazı gönderen değerli yazar ve şairlerle tanıştım. 

Tekrar dönelim sorunuza. Dergi çıksın mı çıkmasın mı diye düşünürken, Kara Zambak Edebiyat dergisinin ilk sayısı 2016’nın baharında iki dilli olarak çıktı. Danışma Kurulu’nda o günlerde Arzu Çelik, Güleren Kılınçaslan, Muzaffer Yanık, İbrahim Eroğlu, Tuncay Çinibulak ve Volkan Yazıcı vardı. O günden bu güne kadar editörümüz Kazım Cumert oldu. Eksikleriyle, kusurlarıyla güzel bir dergi olduğunu düşünüyorum. 2019’un sonlarında farklı nedenlerden olayı kendimizi dijital ortamda bulduk. 

Daha iyi bir dergi olabilmek için 2021’de aramıza yeni arkadaşlar almaya karar verdik. Bu kişilerin  gerçekten edebiyata gönül vermiş olmaları en önemli koşulumuz. Sizin sayenizde de bu çağrıyı buradan yapmış olayım.

2-Kara Zambak, süreli yayın olarak yayın yaşamını sürdürürken aldığınız bir kararla dijital ortama taşımaya karar verdiniz. Dergiyi dijital ortama taşımanın avantajları / dezavantajları nelerdir?

Ortak bir kararla dergi dijital ortama taşındı. Bunun en büyük nedeni yeteri sayıda abone bulamama ve okura ulaşamamaydı. Dergiyi satmak için satış noktaları bulamadık. Sırf yazar Kadir Büyükkaya bize bu fırsatı dükkânında sundu. Oysa amacımız dergiyi okutmak, yazar ve şairlerin eserlerini tanıtmak ve okurlara kaliteli bir dergi sunmaktı. 

Okura ulaşmak çok zor, hele de iki dil arasında kalmış bir toplumda bu çok büyük bir çaba istemekte. Bunun yanında dijital ortamın insanları güdümüne aldığı bir zamanda kâğıda dökülmüş bir derginin hayatta kalması hiç kolay değil. Üstelik sanal ortam sizden hiçbir ücret talep etmiyor, bedava.. Örneğin Facebook,  bu ortam düşüncenizi, derdinizi, sıkıntınızı anlatabileceğiniz mükemmel gibi görünen bir site. Facebook sizin görmek istediğinizi size gösteren, sizin duymak istediğinizi size duyuran, istediğinizi yazabileceğiniz, ülkeler arası sınır tanımayan bir örümcek ağı gibi. Egoları nasıl okşaması gerektiğini çok iyi bilen bir kurum. Size like (beğeni) getiren bir şeytan sofrası. Dergiyi kim para verip alsın?

Bunun yanında matbaa ve pul parasından da kurtulduk. Örneğin Türkiye’ye bir dergi göndermek dergi fiyatından daha yüksekti. Elbette yazılı basın en güzeli, dergiyi eline alıp karıştırmanın, kokusunu hissetmenin tadını sanal ekran vermez. Fakat Don Kişot gibi değişen dünyaya karşı gelmek, yel değirmenlerine saldırmaya da gerek yok. Beni en çok üzen ise dijital ortamın yazılanların 95% nin gelip geçici olması ve hemen unutulması. Örneğin dijital kameralar ve cep telefonları çıkmadan önce evde fotoğraf albümleri olurdu. Bu albümler ailenin hafızası işlevini görürdü. Albümler sıkı sıkı karıştırılarak eski günlerin anıları tazelenirdi. İnsanların yüzleri beyinlerimizden silinmezdi. Dijital ortamda geçmiş günlerin değeri yok, her şey geleceğe endeksli. 

Biraz sonra ne yazacağım ve kimler beğeni gönderecek diye bakar oldu insanlar.  Facebook’taki yazıların çoğu sonuna kadar okunmuyor, insanların büyük bir bölümü artık bir yazıyı okumak için kendisini pek de zorlamıyor. Bunun en büyük nedenlerinden biri, aşırı çok ve bazen de gereksiz bilgilerin paylaşılması. Bilgi kirliliği gün geçtikçe çoğalıyor. Bunun yanında yazar ve şairlerin birbirlerine gönderdikleri abartılmış övgüler… Bunları okuduğumda aklımda aynanın karşısına geçmiş kendisini alkışlayan palyaçolar geliyor. Bunun yanında ne iyi ki internet var diyorum. 

3-Derginin mutfağında kimler var? Biraz daha açarsak;  kimler, neler yazdılar? Kimler, neler yazıyorlar? Bundan sonra neler yapmak istiyorsunuz?  Beklentileriniz nelerdir?

Dergilerde kimler var sorusuna cevap yerine buyurun derginin sitesine girin, karazambak.nl. Orada kimlerin olup olmadığını, ne kadar çok değerli yazarların ve şairlerin eserlerinin yayınlandığa bakınız ve siz kendi gözlerinizle görün. O kadar çok değerli yazar ve şairlerin adları var ki, hepsinin adını tek tek söylemek istemiyorum. İçlerinden birinin unutur haksızlık yaparım diyen korkuyorum.  Bundan sonra yapmak istediklerim kendi şiir serüvenime ve Kara Zambak’a devam etmek olacak.  Bildiğiniz gibi bir işçiyim, bu zor ekonomik döneminde işsiz kalmadan emekli olmak. Beklentilerim bunlar.Bana göre yazar ve şairler dünyada birer tanık ve birer gözlemciler. Yaşamı süzen, olayları elekten geçiren, eleştiren, bunları kendi sözcükleriyle, imgelerliye bizlere sunanlar.Şiir okumayı çok seviyorum, fakat yeni yazılan şiirleri okuduktan sonra aklımda kalan şiir pek olmuyor. Buna üzülüyorum, belki yaşlanıyorum. 

4-İki dilde dergi yayımlamanın ayrıcalıkları sizce nelerdir? 

Bu soruyu değiştirelim bence. İki dilde dergi değil de şiir yazmanın ayrıcalıkları sizce nelerdir diyelim. Belki böylelikle soruna cevap vermiş olurum.  Şiirin yazı türlerinin en zoru olduğu kanısındayım. Fakat şiir yazmaya başlamak ise ilk görünüşte çok kolay. İçinizdeki sevgiyi, coşkuyu, kederi kısa tümcelerle alt alta yazın ve işte size bu şiir diyenler çok olacaktır. Fakat usta şairlerin şiirlerini okuduğunuzda, kullandıkları metotları, üsluplara, imgelere ve algılara baktığınızda şiir yazmanın çok zor olduğunu göreceksiniz. Bunun yanında başka bir dilde şiir okuduğunuzda, hele hele bu dil sizin kültürünüzden ve toplumsal anlayışınızdan çok faklı ise o şiiri anlamakta zorlanacaksınız. Bana göre şiir, diğer edebiyat türünden fazla evrenselliği ister. Şiirin bağlı olduğu çok kural var, bu kuralları anlamazsanız şiir yazmak her zaman kolay gelecek. İki dilli bir dergide buna benzer. Birbirinden farklı iki kapılardan dünyayı içeriye alıyorsunuz.

Maç seyrederken herkes kendini antrenör veya profesyonel futbolcu sayar. Antrenörlüğün ve oyunculuğun ne kadar zor olduğunu çoğu seyirci bilmez, fakat bildiğini tahmin eder. Şiiri iki dilde okumaya başladığınızda, şiir yazmanın ne kadar zor olduğunu daha iyi anlayacaksınız. Şiirin dünyası içinde yaşadığınız evinizin, bahçenizin, kentinizin, ülkenizin duvarlarını aşar. Onun sınırları yoktur ve bir gökkuşağından daha geniştir. İki dili bir dergi iki gökkuşağına birden bakmak gibidir.

5-Dergiyi edinmek ve izlemek isteyenler nasıl iletişim kurabilirler?

Kara Zambak Edebiyat Dergisi:  http://karazambak.nl/ linkinde bulabilirsiniz. Yazışma adresimiz: bilgi@karazambak.nl.

Balad Şiir Vakfı ile şöyleşi 22-12-2017

İki dilde yazan bir şair ve bir edebiyat dergisi emekçisi. Şiiri yürek dili yapmış bir dost ALİ ŞERİK. Bu gün Balad Şiir Vakfı olarak söyleşimizde onu ağırlıyoruz.

Balad Şiir Vakfı: Öncelikle bize kendinizi tanıtır mısınız? Bilhassa öz geçmişiniz ve günlük yaşamınıza dair bir kaç ufak ayrıntıyıı paylaşır mısınız?

Ali Şerik: Yıllar önce arkadaşım küçük bir yazısında söyle tanıtmıştı beni: “Anadolu’nun küçük bir köyünde doğdu. Kendi köylüsünden başkası sevmemiş köyünü. Yolları taşlıdır, engellidir, dikenlidir Ali Şerik’in doğduğu köyün. Meraları yazın hep hasret kalmış yağmura. Deresinde akan bilek kalınlığındaki incecik suya bile hasret kalınmış çoğu kez. Yoksulluk hiç ayrılmamış köyünün dağlarından, tepelerinden, kayalıklarından. Her sonbaharda taşınırken toprağın bereketi harmanlara ve ambarlara, kıtlık büyük adımlarla takip etmiş yorgun kadınları, erkekleri, yaşlıları ve çocukları. Buna rağmen hiç umutlarını yitirmemiş buranın insanı, gülümseme eksik olmamış yüzlerinden, ölümine sevmişler topraklarını.
Köyün kadınları, güneş gibi sıcak, yürekleri toprak gibi doğurgan ve sırası geldiğinde erkeklerinden daha mertmiş. Erkekler karınca misali hiç boş durmamış, yılmadan, kırmaya çalışmışlar yoksulluğun belini. Mutluluğu ve sevgiyi yuvalarına taşımaktan, bir de kadınlarını gebe bırakmaktan usanmamışlar hiç. Ner var ki yoksulluk her yıl tekrar tekrar çalmış kapılarını ve mecburen gurbet yolculuğuna çıkmışlar. Önce Sivas, sonra Ankara, daha sonraİstanbul; derken Almanya’ya, Hollanda’ya kadar uzanmış ayrılıkları. Sonra dünyanın her yönüne…

Sanırım Ali Şerik gurbette çıkan ilk çocukların arasında. Babası 1966’da gelmiş Hollanda’ya. O ise yuvasından düşen bir kuş yavrusu misali, üç yıl sonra kendisini bulmuş gurbetin avucunda. Zorluklara rağmen alışmış yeni topraklara, sonra yeni kelimelere, yine düzene. Köy hayatı yavaş yavaş izini silmeye başlamış hafızasından. 1974 yılı yaz tatili bittiğinde, bavullar tekrar yerleştirilirken minibüsün arkasına, köylü komşular hediyelik peynir, tarhana, kaymak, bulgur gibi yiyeceklerle doldururken bagajı, Türkiye’de kalacağını anlar. İşte o zaman tatile gelirken neden bu kadar çok giysilerinin getirildiğini anlar…

Başka bir köyde, halasının yanında yerleşir. Burada ne televizyon, ne musluktan akan su, ne de futbol sahası vardır. Yeni yurdunu ilk haftaları hiç sevememiş, kendisini tekrar gurbette hissetmiştir. Üzüntüsünü, kederini yeni arkadaşları ve güvercinlerle paylaşmıştır. Küfürleri, fenersiz ve tozlu sokakları, su testilerini, traktörleri, çatılarda biriken karları yeniden sevmeye başlamış. Sonra dayısının yanına Ankara’ya gider ve romanla, öyküyle, şiirle orada tanışır. 1979 yaz tatilinde Hollanda’ya gelir ve artık güzel yurduna dönemeyeceğini anlar. Bu sefer gurbette kalmanın acısını taşır yüreğinde, yüreğini hiç terk etmez bu sızı. İşte ilk şiirlerini bu dönem yazar. Kıssa bir öğrencilik döneminden sonra fabrikada çalışamaya başlar. Şiirleri Hollanda’da yayınlanan Türkçe dergilerde çıkar okurun karşısına. İlk şiir denemesini kendi olanaklarıyla yarım yamalak yayımlar. Sonra Hollandaca şiirler de yazmaya başlar ve dergilerde yayımlanır. Şiirler İlke, Sesimiz, Umut, Ekin, İleri, Şafak ve Pandora gibi Hollanda’da çıkan Türkçe dergilerde yer aldı. Sonra Türkiye’deki dergilere ulaşır; Yeni Broy, Berfin Bahar, Güncel Sanat gibi… İlk şiir kitabı Broy Yayınevi’nde çıkar.”
Sanırım ilk sorunuzu böylelikle cevaplandırmış oldum.

Balad Şiir Vakfı: Şiir yazmaya ne zaman ve nasıl başladınız, neden şiir yazıyorsunuz, hangi şairleri beğenerek okursunuz?

Ali Şerik: Şiirlerle türkülerde tanıştım. Özenle ve ustaca seçilmiş kelimelerin müzikle birleşmesinin devasa gücünü hissettim. Şiirde güçlü bir öfkenin olduğunu, şiirin içimizdeki acıyı nasıl iyileştirdiğini gördüm. Şiirde nasıl sevdanın dile getirdiğini, şiirde nasıl sömürü ve haksızlığın yargıladığını gördüm. Şiirin kimi zaman adaletin kapısı, şiirin kimi zaman özgürlüğün elçisi olabileceğini gördüm. Hata şiirle kitlelerin aldatıldığını, yalanın doğrulandığın da gördüm. Uzun zamandan beri şiir yazıyorum. O, yüreğimde yeşeren bir isyandır diyebilirim. Direnmek, ayakta kalabilmek için bana güç verendir şiir.
Sevdiğim şairler gelince o kadar çok ki, ad vermek sanırım haksızlık olur. Fakat Hasan Hüseyin Korkmazgil’in adını söylemeden edemeyeceğim. Büyük bir şair. Türkiye’de yüzlerce büyük şair var, fakat Hasan Hüseyin’in yeri bence başka. İsyana ve göçe, direnmeye ve yaşama, toprağa ve doğaya onun kadar inanmış şairimiz var mı bilmem. Kullandığı kelimeler ve kuruduğu imgeler şiirlerine unutulmayacak bir tat vermekte.

Balad Şiir Vakfı: Edebiyatın diğer alanlarında da yazıyor musunuz? Varsa eserleriniz kısaca bahseder misiniz?

Ali Şerik: Küçük ve zengin bir edebiyat dergimiz var: Kara Zambak Edebiyat Dergisi. Her sayıyı çok değerli ve edebiyatı iyi anlayan arkadaşlarla oluşturmaktayız. Bini aşan okurumuz var. Birçok ülkeden eser gönderen şair ve yazarların yapıtları bize ulaştırmakta. Umutla devam ediyoruz yolculuğumuza. Edebiyat dergisi olmayan bir toplum,edebiyat içinde kendisini derinleştiremez. Derginin ilk sayıların karazambak.com sitesinde okuyabilirisiniz. Dergi ile yazışma adresimiz: karazambak.com
Bu geçtiğimiz yılda şiir çevirme işine deneme olarak başladım, bu vesileye neden olan değerli şair/yazar İbrahim Eroğlu. İlk şiir çeviri denemem şair Tekin Gönenç’in şiiri oldu. Kara Zambak dergisine yeni sayısına Hanekke Verbeek’le Can Yücel’in şiirini Hollandacaya aktardık. Yazar Kazım Cumert’le ile Leo Mesman’nın şiirlerin çevirdik Türkçeye. Zor bir meslek çevirmenlik, şiir yazmaktan da zor diyebilirim.
Şiirin yanında başka yazılarla uğraşıyorum demem uygun düşmez. Ama son zamanlarda öykü yazmaya da çalışıyorum. İlk öyküm “Babil Kulesi” geçtiğimiz kasım ayında İstanbul’da Berfin Bahar dergisinde yayınlandı. Çalışan bir emekçi olarak yazıma yeteri kadan zaman bulmak çok zor. Yapılacak o kadar çok iş var ki, artık çok seçici olmak zorundayım.
Şiirim bu yıl “Heimwee naar huiswerk” adındaki Hollandaca şiir antolojisinde yayınlandı. Önümüzdeki sene müzisyen Johan Meijer, Almanca’ya çevrilen bir şiirimden beste yapıp kasetinde yayınlanacak. Son olarak, bu yıl yayınlanan Taal podium Utrecht-Zeist edebiyat çevresinin yayınladığı şiir antlojisinde de bir şiirim çıktı.

5 şiir kitabım bulunmakta:
Yalan Kuyusu Şiirler 2005 Broy Yayınları
Sevdanın Yırtılan Yeri Şiirler 2006 Broy Yayınları
Mutluluğun Gülümsemesi Şiirler 2007 Broy yayınları
Doorbloeiend heimwee Şiirler2011 Free Musketeers
De hartslagen van een mus Şiirler2015 Free Musketeers

Balad Şiir Vakfı: Balad Şiir Vakfı’nın bir destekçisi olarak, eleştirileriniz, önerileriniz var mı? En beğendiğiniz şiirlerinizden birini bizimle / okurlarla paylaşır mısınız? Teşekkür ederiz.
Ali Şerik: Balad’dan istediğim: şiirin sesi ve yüreği olmaya çalışın.
Çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Şiirde tarihin izleri. Söyleşen: İLAT YENİDOĞAN. 2007

Şiirde tarihin izleri

Söyleşen: İLAT YENİDOĞAN

Eski Broy dergisi

İlat Yenidoğan: Şiir ortamına ilk yapıtınız Yalan Kuyusu’yla* güçlü bir katılımı örneklediniz. Daha ilk şiirlerinizdeki şu dizeler etkileyiciydi: Zamanı geldiğinde yaşlılık ses çıkartamadan / dağılacak kentin son sokaklarında ( s. 7, Korku). Hemen ardından, şiirinizin itici gücünü vurgulayan bir son dize: Ve hep peşimizde olacak tarih. Yaşamınızda ve genel olarak, insan yaşamında tarih bu kadar belirgin mi?

Ali Şerik: Kendi yaşamıma baktığımda tarih sürekli bir gölge gibi peşimden koştu. Bunu daha geniş açıklamak için biraz kendimden söz etmem gerekecek… Yedi yaşındayken bir işçi ailesi çocuğu olarak Hollanda’ya geldim. Çocuk yaşta gurbetin acı tadı damağıma bulaştı. O yaşta çevremdekilere, doğduğum toprakları öğrendiğim yeni dilde anlatmak zorunda kaldım. Altı yıl sonra 1975’te dört yıllığına geri döndüm memlekete. Bu sefer de Hollanda’yı anlattım meraklı insanlara. 1979’dan itibaren hiç ayrılmadım Hollanda’dan. Bu git gel arasında iki ayrı dünya insanlarının sevinç ve kederlerine genç yaşta ortak oldum; onları anlamaya çalıştım. Hep merak ettim, hangi tarihsel koşullar altında toplumların oluştuğunu.
Bugün Avrupalı gençlerin, bunun içinde Avrupa’da yaşayan Türkiyeli gençler de var, tarih bilgileri büyük bir erozyona uğramıştır. Yalnız şu anın plan ve projelerini yaşamaktalar. İkinci Dünya Savaşı’nın ne zaman başlayıp bittiğini bilenlerin sayıları sürekli azalmakta. Ülkesinin geçmişini bilmeyen gençlik daha tez ırkçı ve yabancı düşmanlığına sarılıyor. Hollanda’da çok kültürlü bir toplum yaratmanın yolları tıkanmış, tüm devlet kurumları ve medya tek tip Batı insanını yaratmanın peşinde. Dünyanın neresinde olursak olalım, tarihini eksik veya yanlış öğrenenler, zamanı geldiğinde bunun bedelini ödemek zorunda kalacaklar. İnsan kendisinin ve ülkesinin tarihini, hatta dünyanın tarihini bilmediği an attığı her adım eksik ve yarım kalacaktır.

İlat Yenidoğan: Çok sıcak, içten ve yalın söyleyişler buluyorum sık sık… Bakarken yurdum unutulan sokaklarına / bir kahve fincanın içinde, sığındım eski bir dosta( s.12, Tohum) dizesinde yurt özlemini ve yurdun yadırganışını dile getiriyorsunuz. Yurtseverlik ve ulusallık olgusunu çok tartışıldığı şu sıralarda bu dizenin sizdeki fışkırmasını anlatır mısınız?

Ali Şerik: Ben aslında yurtsuz bir insanim, ömrümün büyük bölümünü Hollanda’da geçirdim. Öyle görünüyor ki buna daha nice yıllar eklenecek. Yaşadığım toplumdaki kimi insanların bana hep, “Yurdumda ne işin var, ülkene artık geri dön!” dercesine baktıklarını gördüm. Tatilde doğduğum topraklara geldiğimde beni bir Almancı olarak değerlendirildim; nedense Türkiye’de de yabancıyım. Her insan doğduğu, yetiştiği, yaşlandığı topraklara vatanım, yurdum deme hakkına sahip. Çağdaş insanın sınırları zaman ilerledikçe azalmakta… Dünyaya bakan gözler arasında binlerce kilometre olmasına rağmen, aynı dünya sorunları çıkıyor karşımıza, gittikçe aynı düşünce ve duyguları paylaşıyoruz. Bazen kendi kendime soruyorum: Yurtsuz insan toprağa nasıl sahip çıkar?.. Bana gelince: İçimde Anadolu’ya hep derin özlem taşıdım.

İlat Yenidoğan: Pek çok kez, aynı dizede bireyselliği olduğu kadar toplumsal çıkmazı da vurguluyorsunuz: Hangi soruya cevap bulabilirim ki / cevaplar sarılmışken susmaya (s. 15, Oda) örneğinde olduğu gibi… Yine şu dizeler, Yalan Kuyusu’ndaki yüzlerce benzeri arasından aynı örtüşmeyi yansıttığı düşüncesiyle seçtiklerim.Yeleğimin içinde her gün biri intihar eder (s. 17, Zaman)…, Kim örebilir işçilerin korkusundan grevi (s. 20, Kedi)…, Kar resim gibi titremeden durur / bulutun ve şarkının arasında (s. 22, Cevap)…, Sabaha karşı / dünya kendi eşkıyalığı ile uyandı / Bir horoz öttü sabahtan önce karakolun önünde (s. 30, Günlerde)…, Okunmadan yakılacak mektupları kim yazar (s. 36, Mektup)…, Şimdi hangi kelimelerle ve nasıl öpmeliyim konuşan insanı / dudaklarımı yakmadan (s. 50, Kelime İşçisi)…, Ve unutmak ufak adımlarıyla takılır peşimize (s. 56, Unutmak)… Soru şu: Bireyin açmazları toplumsal olanla aynı sarmalda mı yer alır hep?

Ali Şerik: Bireyin kendi kabuğuna çekilip tüm sorunlarını çözeceğine inanmıyorum. Birey kendi mücadelesini verdiği sırada toplumsal mücadelede oluşan zincire de katılmalı, başka insanlarla el tutuşmalı. Önümüzdeki engellerin, açmazların, nerede olursak olalım, görüyoruz ki birbiriyle organik bağ var. Önemli olan bu organik bağın gücünü, onu doğuran koşulları ve engelleri saptamak. Hollanda işçi sınıfı ile Türkiye işçi sınıfı arasında birçok organik bağ var. Bir örnek: Küresel ısınma toplumda herkesin kapısını çalan bireysel sorun olmuştur. Gözlerimizi ve kulaklarımızı tıkarsak, sorunlarımızı sırf bugün için çözmeyi düşünür de yarınları umursamazsak geçici bireysel çözüm belki mümkün olabilir. Fakat bireyin kalıcı mutluluğu insanın yanı başkasının ve de herkesin mutluluğundan geçer. Huzur içinde yaşamamız ancak etrafımızdaki insanlar huzur içinde yaşadığında gerçekleşir… Birey, sorunlarını çözebilmek için uçurumları aşarak tek basına tek başına en büyük dağın doruğuna tırmanabilir, ama aşağıya indiğinde hiçbir şeyin değişmediğini görmekten daha acı ne vardır?

İlat Yenidoğan: İkinci kitabınızda** şiirsel gövdenin içerik ve biçim yönünde genişlemesini izliyoruz. Bu arada Seyyit Nezir, Sevdanın Yırtılan Yeri kitabınızı değerlendirirken “yanlışından kaçmayan şair” diyor sizin için… Bu niteleme hakkında siz ne düşünüyorsunuz?

Ali Şerik: Aslında hakkımda konuşmayı pek sevmen, bunu başkalarına bırakmayı yeğlerim. Ama özeleştirilerden de kaçmam. Her geçen gün yeni şeyleri öğrenmeye özen gösteririm, tabii işçiliğim ve sıkıntılarım buna izin verirse. Hayatımda herkes gibi yanlışlıklarım da oldu, yaptıklarıma gülüp geçmedim, gizlemedim de. Bu yanlışlıkları hep yanımda taşıdım, sürekli onlardan bir şeyler öğrenmeye çalıştım. Şu kanıya vardım: Yalnızca doğruları yaptığını sananlar ve bir de onları alkışlayanlar varsa, bir gün alkışların büyüsüne kapılıp doğrunun yolunda engel olup çıkarlar… Dünyaya bakan penceremi sürekli açık tuttum, ama ne zaman kapatmak gerektiğini de öğrendim. Fırtına koptuğunda pencereyi ara sıra açık tutmanın da gerektiğini, hatta güneşli bir havada kısa bir süre için kapatmanın bir sakıncası olmadığını öğrendim. İnsan ancak son nefesinde verdikten sonra hatalarından kurtulur… Buna karşın yeni yanlışlıklarımı engellemeye çalışmaktayım, sokakta koşan bir çocuk gibi.

İlat Yenidoğan: Şairin işi imge avcılığıdır, okuyucuysa dize avlar. Altını çizdiğim dizelerden birkaçını daha anımsatarak dize işçiliğine gelmek istiyorum. Kendi öfkem çıktın karşıma, aklın gömüldüğü toprağı çapaladı (s. 27, Aynı Sevincin Çayı İçilir)…, Sana hiçbir türkü söylemedi mutsuzluğum (s. 65, Kalkmaz Ara Sokaktan)…, çürüyerek beden hiçbir hatıra geride yalnızlık çekmeyecek (s. 82, Yeryüzü Güzelliklere Hazır)…, Bir imgeyi yakaladıktan sonra mı şiiri kuruyorsunuz, şiire çalışıyorken önünüze çıkan imgeyle mi yöneltiyorsunuz.

Ali Şerik: İmgeyi yakaladıktan sonra şiiri kuruyorum. İlk imge, şiirin yolunu ve kaderini belirler. Hangi duraklara, yolculuklara, acılara, hüzünlere uğrayacağını bilir. Sonra önüme başka imgeler çıkar, ilk kez dizginlenen bir at gibi. Bir terzi gibi biçip ölçerim, kesip kısaltırım, yeniden kesip uzatırım şiirin kollarını. Bir Bakmışsın olmamış, yeniden sökersin dikişleri. İlk imge binanın temeli gibi çatının ağırlığını ve genişliğini bilir. İmge avcılığına çıktığımda sırt çantamı çiçeklerle, kuşlarla, sokağımla, evimle, sevdiklerimle hatta sevmediklerimle doldururum. Silahım kimi zaman sevdadır, özlemdir; kimi zaman da acıdır kederdir.

İlat Yenidoğan: Günümüzde görsellik her türlü iletişim için vazgeçilmez oldu. Siz de şiirinize görsel olanaklarla destekleme gereksinimini duymuş olmalısınız. Nitekim Gülağa Kazankaya’nın fotoğraflarıyla birlikte okura sunulan Mutluluğun Gülümsemesi*** üçüncü Türkçe şiir kitabınız oldu, okurla buluştu. Şiirsel imgenin, şiir sözdiziminin görsel dayanışmaya gereksinmesi var mı? Yoksa bu aynı zamanda bir karşıçıkış mı? Uzaktan uzağa, Nazım’ın sen mutluluğun resmini yapabilir misin abidin dizlerine de gönderme var gibi… Peki niye fotoğraf?

Ali Şerik: Önce fotoğraflar vardı sonra onlardan esinlenerek şiirler döküldü kâğıda. Fotoğraflar olmasaydı Mutluluğun Gülümsemesi yazılmayacaktı. Şiiri yazmakta bir tıkanıklık anlamında değil, şiirin görsel dayanışmaya aslında ihtiyacı yok. Bu bir sanatsal deneme girişimi. Değişik sanat dallarının birleşimlerini de bir zenginlik olarak görüyorum. Burada Gülağa Kazankaya’nın yakaladığı görüntüleri kendi dünyama özümseyerek bende yarattığı imgelerle yeniden canlandırdım. Her fotoğraf, yaşamımda kesitler gibi bir bir kendileri için yer buldu.Fotoğrafa baktıkça beni anlatan, dünyamı canlandıran resimler olduğunu anladım. O cansız görüntüler şiirde yeniden canlandılar. Fotoğrafları şiir kitabında yer almasaydı, sanırım okura fotoğrafla şiirin evliliğini somut olarak gösteremezdim. Şiirler fotoğrafın karşısında sorgulanamazdı. Fotoğrafla olan çalışma başta kendi sınırlarımı da genişletmek için güzel bir deneyim oldu.
Başarılı olup olmadığıma şiir severler karar vermeli.


İlat Yenidoğan: Herhangi bir güne ilişkin izlemler, zaman ve yaşam kırıntıları yer alıyor kitaba adını veren şiirde: dinlenir yeleğinde birinin tebessümü / karbon kağıdı ufacık öfkesini bırakır süngerin üstüne (s. 9, Mutluluğun Gülümsemesi) Ne diyorsunuz, sözcüklerle resim çizme çabası mı? Çocukluğumdaki arkadaşları tanımadım, gözlerinde yüzümü görünce (s. 11, Adları Eskisinden Daha İnce)…, Tatil ve hafta sonunda gizlice o manzaraları çıkartırdım ceketimin iç cebinden ( s. 25, Öfke de Bir Gün Göçer)…, Yitirme korkusuyla omurgamı asıyorum hücrenin tavanına (s. 93, Telörgünün Ortasında) vb yüzlerce dizenin hep tek satıra sığmayan uzunluğu her dizede bir resim tamamlama çabasının mı bir sonucu?

Ali Şerik: Bu uzun dizeler aslında resmi tamamlama çabası değil, bu uzun dizeler kendimi tamamlama çabası. Sokakta yürürsünüz ve tanımadık bir yerden gelen nefis koku sizi alıp götürür unutulan zamanlarda yenilen mükemmel bir yemeğin anısına. Ya da küçük bir oyuncak görürsünüz, çocukken öylesi bir oyuncakla oynadığınızı anımsarsınız ve birkaç saniyeliğine geri dönersiniz o güzel günlere.
Fotoğraflara baktıkça çocukluk arkadaşlarımı hatırladım, artık hiçbirini tanımıyorum. Ya da dere kenarında çay kaynatmalarımızı, belki o dere çoktan kuruyup gitti. Böylece daha pek çok örneği sıralayabilirim, ama buna gerek yok sanırım. Her okur kendisini arasın şiirlerin ve fotoğrafların içinde… Fotoğraflar benim dünyamdaki gökkuşağını, bulutları, eziklikleri, yoksullukları, yalnızlıkları tekrar uyandırdı. Dünyamdan çıkıp şiirleri yazmaya çalıştım, çünkü şiir yazıldıkça kendimi buldum dizelerin içinde. Şiirler yazıldıkça beni terk ettiler.
İlat Yenidoğan: Sonuçta şöyle bir yargıya varabilir miyiz?: Şiiriniz Türkiye’deki sıcak şiir tartışmalarının dışında duruyor, ama onlardan büsbütün kopuk da değil. Bir tür teğet çiziyor. Bu sonucun yaşamınızla bağlantılı olduğunu da söylenebilir mi?

Ali Şerik: Bu sonucun elbette yaşamımla bağlantısı var. Hollanda’da yaşıyor orada çalışıyorum. Buradaki politik gündem Türkiye’dekinden farklı: yabancı düşmanlığı, ırkçılık, asimilasyon, kaybolan sosyal haklar… Türkiye’deki tartışmaları yakından izleme olanağına her zaman sahip değilim. Aynı zaman Hollandaca şiir kitaplarım da var. Buna karşın ekmek kavgası zamanımın çoğunu süpürüp götürmekte. Şu an şiir tartışmalarının dışındayım; ama tartışmaları izlemiyorum anlamına da gelmez bu.
Hollanda’da yapılması gereken ilk iş, şiir tartışmasını bir an önce başlatmak, yaşatmak, can vermek olmalı. Bugün Hollanda’da şiir konuşulmadan, tartışmadan yazılmakta, şiir kitapları basılmakta. Bir eleştirmenimiz bile yok.

* Yalan Kuyusu, Ali Şerik, Broy Yayınları, Mart 2005
** Sevdamın Yırtılan Yeri, Ali Şerik, Broy Yayınları Mayıs 2006
*** Mutluluğun Gülümsemesi, Ali Şerik, Broy Yayınları 2007

Mutluluğun Gülümsemesi’nin yayınlanmasi üzerine Ali Şerik ile söyleşi. Söyleşen: İbrahim Eroğlu. 2008

İbrahim Eroğlu

MUTLULUĞUN GÜLÜMSEMESİ”NİN YAYINLANMASI ÜZERİNE ALİ ŞERİK İLE BİR SÖYLEŞİ

Söyleşen: İbrahim Eroğlu

-Broy Yayınları arasından çıkan ‘Sevdanın Yırtılan Yeri’ ve ‘Yalan Kuyusu’adlı şiir kitaplarınızdan sonra; şimdi de, yine aynı yayınevinden ‘Mutluluğun Gülümsemesi(*)’ adlı bir şiir kitabınız çıktı. Bu vesile ile bize kendinizi tanıtır mısınız?

Sivas’ın Divriği kazasına bağlı küçük bir köyde, bundan 45 yıl önce dünyaya geldim. Yoksulluk bizim oranın insanını genç yaşta gurbete zorlamış. Önce Divriği’deki maden ocağında çalışmışlar, peşinden yolları Ankara, İstanbul’a uzanmış. Buda yetmemiş Almanya’ya, Belçika’ya ve Hollanda’ya kadar ayrılıklarını, acıların, hasretlerini getirmişler.
Bana gelince; gurbete çıkan çocuklar arasında sanırım ilk sırayı almaktayım. Bundan 38 yıl önce Hollanda’ya işçi ailesi olarak geldim. Erken ayrıldım memleketten, toprak daha yeni beslemeye başlamıştı çocuk kimliğimi. Töre ve örflerle yeni tanışmaya başlamıştım ki, ayrıldım ağırbaşlı ve yoksul yaşamdan.
Hollanda’da elektrikle, musluktan akan suyla, televizyonla ve yabancı olma duygusuyla tanıştım. 1975’de dört yıllığına Türkiye’ye geri döndüm. Tekrar tanıştım Anadolu’yla. İlk öykü kitabım olan, Fakir Baykurt’un Onbinlerce Kağnı’sını aldım. Peşinden Nazım Hikmet, Hasan Hüseyin, A. Kadir, Kemal Özer gibi nice şairlerin kitapları izledi. İlk şiirlerimi o yıllarda yazmaya başladım. Şiirler ilk önce Hollanda’da yayınlanan Türkçe dergilerde çıktı, sonra Türkiye’ye sıçradı. Hollandaca şiirlerde yazmaktayım, ‘Schreef’ adlı dergide yayınlanmakta bunlar. Kısacası: şairim, dört çocuk babası ve ekmeğini işçilikle sağlayan biriyim, yanı şair ve işçiyim anlayacağımız.

-Uzun bir süre önce “Regenboog” (Gökkuşağı) adlı bir şiir kitabınızı Hollandaca yayınlamıştınız. O kitapta çeşitli kişilerin anlattığı öyküleri şiirleştirmiştiniz. “Mutluluğun Gülümsemesi”ndeki şiirler, Gülağa Kazankaya’nın fotoğraflarına yazdığınız şiirlerden oluşuyor. Bu bağlamda, bize Ali Şerik’in şiirinin beslendiği kaynaklar hakkında bilgi verir misiniz?

Şiirlerimi besleyen kaynakların başını insan çeker. İnsana olan bağım çocuk yaşta başladı. Yetmişli yılların başında Hollanda’da Türkçe yayın yapan radyo yoktu, babam ve annem Almanya’dan akşamları yarım saat yayın yapan Köln radyosunu dinlerlerdi. Bir akşam vakti Deniz Gezmiş’in idam edildiğini duyunca oturma odasına derin bir sessizlik çöktü ve annem sessiz sessiz ağlamaya başlamıştı. Oysa annem ne Deniz Gezmiş’in hakkında bir şey okumuş ne de mücadelesi hakkında bilgisi vardı. Tek bildiği insandan yana olan tavrıydı. İnsanin insanca yaşama, düşünme, özgür olma hakkına sahip olması için canını vermesiydi.
Bu insan kaynağı sanırım annemin gözyaşlarından bana bulaştı. Bundan dolayı şiirlerimde insan manzarasının, kederi, hüznü, acısı, ve sevinci eksik değil.
Artık yüksek sanayileşmiş toplumlarda tek kültürden söz etmek mümkün değil, yaşadığım kentte bakarsam, doksanı aşkın kültür bir arada yaşamakta. Çok renkli toplum olmasına rağmen, özgür düşünce bakımdan rengini yitiren bir toplum da olmaya başladı. Sanayiye hizmet etmeyen tüm düşüncelerin muslukları da kırılmak üzere. Aynı anda bu kültüler üzerinde yoğun bir asimilasyon saldırısı var. İnsan burada manevi baskının içinde, kimi buna karşı mücadele etmekte, kimi de teslim olmakta. Benim işim o duyguları, düşünceleri, rüyaları, vatan hasretini, sınıf mücadelesini dile getirmek. İnsanlar ve ülkeler arasındaki sınırları kırmaya çabası deyin.

-“Mutluluğun Gülümsemesi” okura “Mutluluğun resmi”ni çağrıştırıyor. “Her Adım Gençlik”başlıklı şiirinizi; “ah bir de dönüp baksa hayranına, bırakın şiiri, bir de roman okusa” dizesiyle noktalıyorsunuz. Sözcüklerle mutluluğun resmini mi yapıyorsunuz?

Mutluluğun resmin yapmak sanırım mümkün değil, kuşkusuz hepimizin mutluluğun tanığı olmuşuzdur ve sürekli oluyoruz da. Fakat düşünen insan için mutluluğun uzunluğu gittikçe kısalıyor. Evin içinde yüreğiniz gülerken, televizyonda ya da gazetede okuduğunuz bir haber karabasan gibi çöker yüreğinize. Dışarı çıkarsınız sakın bir gezinti için, etrafınızda koşan, stresli, tedirgin, bunalımlı, namlunun ağzındaymış gibi insanlarla karşılaşırsınız. İnsanlarla sohbet etmeye kalkarsanız, konuşulan konu; para, içki, borsa, kadın kız ayakları gibi konular yolunuzu keser. Bunun yanında Hollanda’da yabancı olmamın ezikliği, Hollanda devleti ve medyanın yabancı düşmanlığın körükleyen politikasında mutluluğun resmini ve şiirini yazmak pek mümkün de değil. Bu gün Hollanda’da yabancı düşmanlığı, burada bizim gibi yaşayan yabancıların arasında da çoğalmakta. Türkler Fazlı’ları hor görmekte, Fazlı’lar Suriname’ları horlamakta, İran’dan gelen Afrikalıya biraz düşman. Hollandalı da bu topraklar içinde yaşayan her yabancıya biraz önyargılı ve kuşkuyla bakmakta. Buna rağmen mutluluğun insanların birliğinde ve kardeşliğinde yattığında hâlâ inanmaktayım, ıssız bir adada yaşamayı her zaman ret ettim.

-BOP çerçevesinde 22 ülkenin sınırlarının yeniden çizileceği artık bir sır değil. Dört yanı hüzünle çevrili ülkemiz ‘sınırları değiştirilecek 22 ülke’ arasında yer alıyor. Siz, bir ozan duyarlılığıyla “mayınları ilk önce içimize gömer savaş” hatırlatmasını yaptıktan sonra “Herkesin bir teknesi olmalı koca okyanusta batırmak için” diyor ve başka bir şiirinizde ekliyorsunuz: “Barış Elbet Mümkün”
“Yeni bir Haçlı Seferi”nden söz edenler; “3. Dünya Savaşı”kavramını telaffuz etmeye başladılar bile. Buna rağmen, barış ‘hâlâ’ mümkün mü?

Barış elbet mümkün. Şunu da unutmamak gerek; barışında bir mücadelesi ve savaşı var ve olmalıda. Bugün dünya yeni bir sermaye saldırısını içinde, bu saldırı içinde duyarlı bireyleri örgütsel hayattan koparma çalışması hızlı bir tempoda gelişmekte.
Bu gün Hollanda ordusu Afganistan’da aktif ve orada Hollanda sermayenin temsilciğini yapmakta. Taliban’la savaş adı altında Amerika’yla pastayı bölüşme çabası her gün daha da netleşiyor. Filistin sorunu, Irak sorunu ve kendi yaşamımızın bir parçası olan Kürt sorunları çözmedikçe barış uzakta olacak kuşkusuz. Savaşı ret etmek ve barışa evet demek yine kitlelerin elinde. Artık sınırlar daha çok insanların kafaların içinde yaşamakta. Ülkeler arasında işçiler, memurlar ve emekçiler aynı barışın mücadelesini vermedikleri takdirde savaşın dumanları eksik olmayacak okuduğumuz haberlerde. Aynı anda dünyadaki sol hareket kendisini yenilemeli ve ‘3. Dünya Savaşı’ kavramını telaffuz edenlere karşı yeni bir gövde oluşturmaları gerekli. Savaşın ortasında olmamıza rağmen, son olarak şunu söylemek isterim; nerede umudunu yitirmeyen insan varda, orada barış hâlâ mümkün. Bunu yapabilmek için rahat, güvenilir, sıcak, rizikosuz yaşamımızı ara sıra bir kenara yitmeye hazır mıyız?

(*)Mutluluğun Gülümsemesi, Ali Şerik, Broy Yayınları, şiir, 93 sayfa

İki kez göçmüş, İki dilli şair: Ali Şerik. Söyleşen: Atilla İpek 2008

Atilla İpek

Oda Sanat Dergisi. 01 Haz 2008
İki kez göçmüş, İki dilli şair: Ali Şerik
Söyleşen: Atilla İpek

Hollanda’ya geldiğimde devam ettiğim uyum kursunda, bize Utrecht’in Hollanda’nın ortası olduğunu öğretmişlerdi. Hollanda’nın sosyal ve coğrafi yaşamı hakkında ders veren çok sevecen (ne de olsa Brabant’lıydı) bir hocamız vardı. ‘Utrecht’e bayılırım’ derdi, ‘hele hele istasyonuna, havaalanı gibidir, canlıdır, hareketlidir’. Daha sonraları ben de hep aynı şeyleri hissettim Utrecht için.

Hafta içiydi ve iş çıkışı telaşı istasyonda hissediliyordu. Günde yüzellibin kişinin uğrak yeri olan Hollanda’nın bu en büyük istasyonunda çalışanlar, öğrenciler, turistler, gelenler, gidenler birbirleriyle yarışıyorlardı.

Netekim istasyonun üstteki büyük salonunun 15. peronu civarlarında Ali Şerik’le buluştuk.

Birlikte istasyondan çıkıp şehir merkezine doğru yürürken bir yandan da ‘Merhaba? nasılsınız’la başlayan? hızla senli benli olan sohbetimize koyulmuştuk bile.

Ali Şerik, 1962 Divriği doğumlu, ama daha genç gösteriyor. Babası 1966 yılında Hollanda’ya gelmiş ve 1969’ta Ali Şerik’i Hollanda’ya aldırmış. Altı yıl Hollanda’da kalan Ali 13 yaşındayken tekrar Türkiye’ye gönderilmiş. 1975-79 yıllarında üç yıl Sivas’ta, bir yıl da Ankara’da kalan Ali, Ankara yıllarında edebiyata ve şiire ilgi duymaya başlamış. Fakir Baykurt’un ‘Onbinlerce Kağnı’ okuduğu ilk kitaplardan. Onaltı yaşlarında gelişmeye başlayan bu edebiyat tutkusunu Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Aleksandr Puşkinler beslemiş, gaz vermişler.

O yıllardan kendi sitesinde şöyle bahsediliyor:
1974 yaz tatilinin sonunda, bavullar tekrar yerleştirilirken, köylü komşular hediyelik peynir, tarhana, kaymak, bulgur gibi yiyeceklerle doldururken minibüslerine, öğrenir Türkiye’de kalacağını. İşte o zaman anlar tatil giysileri neden bu kadar çok olduğunu.
Başka bir köyde, halasının yanında yerleşir. Burada ne televizyon, ne musluktan akan su, nede futbol sahası vardır. İlk haftaları sevmemiş yeni yurdunu, kendisini tekrar gurbette hissetmis. Üzüntüsünü ve kederini yeni arkadaşları, güvercinler dağıtmış. Tekrar sevmeye başlamış küfürleri, geceleri ışıksız tozlu sokakları, su testilerini, traktörleri, kışın damlardan kar sıyırmasını. Sonra Ankara’ya gider dayısının yanına, orada romanla, öykülerle, hikâyelerle tanışır, şiirle tanışır.

1979 yılında Hollanda’ya ikinci göçü gerçekleşmiş Ali Şerik’in. Hem okumaya hem de çalışmaya başlayan Ali Şerik 1982 yılında okulu bırakmış ve tamamen çalışmaya başlamış.

O yıllarda ilk şiirleri Hollanda’da çıkan İlke ve Sesimiz dergilerinde yayınlanmaya başlamış.

1993 yılında ilk şiir kitabı çalışması kendi olanaklarıyla ‘yarım yamalak’ yayınlanır Ali Şerik’in. O ara Hollandaca şiirler de yazmaya başlar. Utrecht’te çıkan ‘Schrijf’ dergisinde çıkar şiirleri. 1999 yılında ilk Hollandaca şiir kitabı çıkar proje kitabı : ‘De Regenboog’. Onun ardından ikinci şiir proje kitabı gelir “Kleuren uit 2000” 2000’den Renkler.

2001 ve 2006 yılları arasında Amersfoortse Courant gazetesinde haftalık köşe yazıları yazar Ali Şerik.

2005 yılı geldiğinde ilk Türkçe şiir kitabı Broy yayınevinden çıkar: ‘Yalan Kuyusu’. Kırk küsür şiir içeren bu kitabı 2006 yılında ikinci Türçe kitap takip eder:’Sevdanın Yırtılan Yeri’. Bu kitap da Broy yayınevinden çıkar. 2007 yılında yine Broy yayınevinden üçüncü kitabı yayımlanır Ali Şerik’in. Bu kitabta 44 şiire Hollandalı Türk fotoğrafçı Gülağa Kazankaya da 44 adet birbirinden şiirsel fotoğrafıyla katkıda bulunur. Bu son kitap okuyucuyu fotoğraf ve şiirler eşliğinde duygu seline katıp sürüklüyor.

Ali Şerik’le Utrecht’in meşhur ‘eski kanallarının’ kıyısında, kalabalık bir sokakta kanala bakan bir masa bulduk ve hemen çöreklendik. Kitaplarından ve projelerinden bahsettik. Hollanda’da diğer etnik azınlıklar bol bol yazar ve kitap çıkarırken biz Türklerin neden geri kaldığından dert yandık.

Hollanda’da Türkçe yazan yazar ve şairlerin genel yakındığı bir konudan Ali Şerik de muzdarip: Yurt dışında yaşıyor olmak. Türkiye’de tanıtım ve okurla iletişim eksikliği çeken ‘gurbetçi’ yazar ve şairler Hollanda’da daha çok tanınıyorlar ama buradaki okur sayısı maalesef çok az. Derdini, sevincini, aşkını, isyanını Türkçe anlatan birinci ve ikinci kuşak belli bir sayıda yazar ve şair çıkarmışken, Hollanda edebiyatına eser kazandırmış (üçüncü kuşak) Türk yazar ve şair bir elin parmaklarını geçmiyor henüz maalesef.

Ali Şerik’le şiir sohbetimiz Hollanda’daki Türk Edebiyatının sorunları üzerinde bir dertleşmeye dönüştü. Sonra dünyanın dertlerine düştük ki meğer Ali Şerik şu an üzerinde çalıştığı şiir dosyasında da bu konular üzerinde yoğunlaşmış. Gündelik hayatın normallerine dönüşen savaşlar; artık normal karşılar olduğumuz çelişkiler, tezatlar üzerine bizleri düşünmeye ve tekrar hissetmeye yönelten şiirler yazmış Ali Şerik. Kitabın adını da ‘off the record’ fısıldadı. Şu anda kitap ve şiirler üzerinde çalışıyor ve son düzeltmeleri yapıyor. Sanıyorum en kısa zamanda yeni kitabıyla tekrar buluşacak okuruyla. Ali Şerik’le sohbetimiz su gibi akıp gitti. Kalkmalıydık. Utrecht İstasyonunun iş çıkışı kalabalığı geçmişti, şimdi daha bir tenha, daha bir hoştu.

Tekrar buluşmak üzere ayrıldık Ali Şerik’le. Lahey’e giden tren sanki beni beklermiş gibi tehir yapmış ve on dakika once kalkmış olması gerekirken bir dakika sonra kalkacakmış. Trende sakin bir yer bulup oturdum. Aklımda sohbetimizden arda kalan diyaloglarla geçti yolculuk:

Ne zaman Hollandaca yazıyorsun, ne zaman Türkçe?

Özel bir seçim yok. Değişiyor. O gün hangi dil beni daha çok beslemişse, o dilde yazabiliyorum. Duygular ve düşünceler dünyası hangi dille yüreğime, beynime ulaşıyorsa, dizelerde o dille kalemden dökülüyor.

Kendi şiirlerini bir dilden diğerine çeviriyor musun?

Hayır. Kendi şiirini çevirmek daha zor olsa gerek, tekrar yazmak gibi. Tekrar yazıldığında yeni şiir doğuyor, bir çevirmenden daha özgürsün. Ben şiirleri yazdığım dil içinde bırakıyorum.

Etkilendiğin ya da beğendiğin (Türk veya Hollandalı ) şairler kimler?

İsim vermekte zorlanıyorum. Etkilendiğim ve beğendiğim şairler ve şiirler çok. Herkes kendisine yakın olan şairi aramalı ve bulmalı, benliğine ve kalbine neden hitap ettiğini araştırmalı, bakın o zaman sevdiğiniz ve değer verdiğiniz şairler arasında mutlak benimde sevdiğim şairleri bulacaksınız. Örneğin kim sevmez Orhan Veli’yi, Nazım’ı, Can Yücel’i, Enver Gökçe’yi, Ahmet Arif’i, Ataol Behramoğlu’nu, Hasan Hüseyin’i, Gerrit Komrij’i Rutger Kopland’ı, J. Bernlef, Remco Campert’ı saymakla bitmiyor aslında.

Başlangıçta kitaplara ulaşmak, edebiyat üzerinde sohbet edebileceğin dostları bulmak kolay olmasa gerek. Hollanda’da edebiyat ihtiyacını başlangıçta nasıl karşılıyordun? Seni Hollanda’da neler besledi ve şiir ve edebiyattan kopmadın?

Bir zamanlar kitaplara Cumhuriyet Kitap Kulübü aracılığı ile kitaplara ulaştım. Şimdi tatile gittiğimde bavulumun en az yarısı kitap dolu. Ve dergiler ulaşıyor elime. Şiir tartışmalarını özlüyorum, Hollanda’da düzenlenen, azda olsa, edebiyat etkinliklerin hepsine katılama imkânım yok. Bunun için tüm boş zamanı, yorgunluk o gün bedenimi kemirip bitirmediyse, edebiyatla uğraşıyorum. Hayat beni öyle besliyor ki şiir yazmadan edemiyorum. Aslında şiir, düşünen bir insan olarak var olmamı sağlıyor. Anayoldan ayrılıp ara sokaklara girmemi teşvik etmekte.

Edebiyat dışında bir alanda çalışıyorsun. Günlük hayatında şiirin yeri ne? İş arkadaşların senin şairliğine nasıl bakıyor mesela?

Günlük hayatımda şiir beni ayakta tutan, beni yaşamaya zorlayan en önemli yaşam kaynağı. Sanki şiirle nefes alıyorum. Abartmıyorum. Düşünmeyi ve sağduyulu olmayı şiir sayesinde unutmadım. İkimiz birbirimize omuz vermiş, dolaşıyoruz bu ülkede, her zorluğa omuz verircesine. Karım gibi özlemlerime, acılarıma, kederlerime sahip çıkıyor.

Edebiyat bu gün bizim insanların hayatlarında bir ihtiyaç olarak uzaklaştı, bundan dolayı sohbet ve tartışma imkânlarını yaşadığım çevrede yakalama olasılığı sıfır denecek kadar az.

Çevremde kimse şiirlerime ilgilenmiyor, belki böylesi daha iyi.

Köşe yazılarında hangi konuları işliyordun? çevrende ve iş arkadaşlarından nasıl tepkiler alıyordun? Yazdıkların üzerinde seninle konuşmak ya da tartışmak isteyen oluyor muydu?

En güzel tepkiyi oğlumdan aldım, daha doğrusu öğretmeninden. O zaman oğlum ortaokul son sınıftaydı. Kaldığım kente genç bir delikanlı, güpegündüz çarşının merkezinde cinayet kurbanı oldu. Genç yaşta gözlerini yumdu hayata. Makalemde bu konuyu işlemiştim. Ortaokuldaki öğretmen derse başlamadan önce makaleyi okuyup, bu vahim olayı, sohbet havasında çocuklarla işlemiş.
Köşe yazılarımda genelde insanların güncel yaşamlarını ve kente yaşanan sosyal, kültürel ve siyasal çarpıklıkları işliyordum.

Hollandaca şiir kitabı hazırlıkları var mı?

Evet, fakat ne zaman biter bilmiyorum.

Interview: Ali Şerik vertraagt de waarneming in een op hol geslagen wereld.

Door: Peter le Nobel. 2018

Nationaleboekenblog van Peter le Nobel

Ali Şerik vertraagt de waarneming in een op hol geslagen wereld

Ali Şerik wil als dichter vooral het waarnemen vertragen, zo blijkt na lezing van zijn nieuwe bundel ‘De stem die baart.’ Deze begint met bloederige, wrede gedichten, maar gaandeweg komt ook de typische, vertellende lyriek van Şerik terug, waarbij de observator de lezer vooral wil laten ervaren.

Door: Peter le Nobel

“We kunnen uiteindelijk altijd de mooie kant van ons laten zien”, zegt Şerik, “maar we hebben ook een donkere zijde. We gaan soms slecht met elkaar om, zoals door te pesten op de werkvloer, door elkaar welbewust pijn te doen. Zo laat ik in een gedicht een man en een vrouw elkaar opeten. De donkere kant van de mens zie je niet alleen in de wereldpolitiek terug, maar ook in de relatie tussen mensen. Dat wilde ik gruwelijk en nauwkeurig weergeven, omdat we continu in die situatie geraken. Dit verschijnsel is van alle tijden. We proberen steeds nieuwe manieren uit te vinden om het uit te leggen, weer te geven.”

“Ik heb ook een gedicht geschreven waarin iemand zichzelf opereert. Ik kwam erop toen ik 30 jaar was getrouwd en de tijd overzag. Drie decennia terug haalde mijn vrouw de recepten bij vrienden op, en nu bekijkt ze die via YouTube. Dat is natuurlijk een gigantische vooruitgang: de hele wereldkeuken heb je tot je beschikking, maar het menselijk contact, de menselijke waarden, heb je buitengesloten. In dat gedicht heb ik geprobeerd dat over te brengen.”

‘Het gedicht brengt innerlijke rust terwijl de kaders in je hersens losbarsten’


“Wreedheid is van alle tijden, maar de moderne mens, door de kunstmatige intelligentie, zijn we op dit moment bezig om een nieuwe weg in te slaan. Door het onderwijs, door de structuur van onze samenleving, kunnen we heel veel informatie verwerken, terwijl we tegelijkertijd onszelf proberen te begrijpen in de wereld om ons heen. We zijn zo bezig om de toekomst te veranderen, dat we een nieuwe psyché moeten hebben en de innerlijke rust moeten vinden. Uiteindelijk is dat de kracht van het gedicht: je krijgt innerlijke rust terwijl kaders in je hersens losbarsten.”


‘Ik probeer de dingen een nieuw leven te geven’


“Ik probeer te schrijven wat mij dagelijks bezighoudt. Ik ben niet iemand die graag praat over problemen, maar die liever van zich afschrijft. Ik ben een waarnemer. Het persoonlijke probeer ik daarom altijd te vermijden, maar uiteindelijk kom je daar niet onderuit.”

Op het blauwe water


Op het blauwe water van de zee drijft
een meisje van vier. Haar gezicht naar de vissen.
Armen uit elkaar, benen gespreid,
om haar evenwicht niet te verliezen.
Ze herinnert mij aan mijn dochters,
aan de Egeïsche Zee. Ik moet dichtbij
onder een parasol zitten,
lees een boek of geniet van het uitzicht.
De tekst onder de foto haalt me uit mijn droom.
Het bericht gaat over bootvluchtelingen.
De donkerbruine huid van het meisje
is gebleekt door zeewater.
Gebleekt door de zee is ze zo lichtbruin geworden
als mijn dochters toen zij op die leeftijd
zomers lang op het strand met schelpen speelden.
Nu zijn mijn dochters jonge vrouwen geworden.
Dit meisje zal geen jonge vrouw worden.
Dode kinderen groeien immers niet.
Dit meisje dobbert al tweeëntwintig uur in de stroming.
Het wrak dat ze een boot noemden ligt op de bodem.
De Italiaanse vissers eten geen vis meer, als ze een vis
opensnijden, horen ze de hulpkreten
van de verdronken vluchtelingen.


“Het beeld van het meisje heb ik van een foto in de krant. Maar ik herinner me ook van de zomerse beelden van mijn dochters, die op hun buik in het water naar de vissen keken. Dat beeld van dat verdronken meisje heeft mij zo diep geraakt! De Italiaanse vissers wilden geen vis meer eten, omdat die de lichamen hebben aangevreten. Ik had het gevoel dat ik er iets mee moest doen. Wat ben ik blij dat we in een veilig land wonen. Mijn kinderen zal zoiets niet overkomen.”


“Ik probeer altijd die dingen weer te geven die we niet mogen vergeten. Ik vind dat we die een nieuw leven moeten geven.”


In 2012 en 2013 heeft hij ruim een jaar lang op vrijdag het wekelijkse gedicht voor de Nationale Boekenblog geschreven. Wekelijks een gedicht schrijven bleek een goede leerschool voor hem. “Door die deadline werd ik scherper in het zoeken van onderwerpen en werd ik gedwongen om nauwkeuriger te kijken in een kortere tijd.” Niet snel daarna kwam zijn Nederlandstalig debuut ‘Doorbloeiend heimwee’ uit, vervolgens ‘Hartslagen van de mus’. ‘De stem die baart’ is zijn derde Nederlandstalige bundel.

“Dichters zijn getuigen van hun tijd” Interview

Gepubliceerd in Meander Magazine

Dichters zijn getuigen van hun tijd”
Interview door Marten Janse

Geplaatst op 4 april 2019
Ali Ṣerik kwam als zevenjarig jochie met zijn vader naar Nederland. Zijn vader was gastarbeider in de textielindustrie in Twente. Maar omdat zijn zoon in zijn ogen te snel verwesterde, stuurde hij hem op twaalfjarige leeftijd terug naar Turkije. Daar woonde Ali tot z’n vijftiende op het platteland bij een tante in een dorp zonder elektriciteit en zonder stromend water in de huizen. Daarna nog een jaar in Ankara bij een oom.
Terug in Nederland vlogen z’n vriendjes van vroeger uit en was zijn opleiding gebroken. Ook het Nederlands was hij net zo snel vergeten als hij het eerder had geleerd. ‘Taal is niet persoonsgebonden’ zegt hij daarover. Hij gaat werken en schrijft in het Turks. Drie bundels verschijnen in Turkije.
Pas als hij kinderen krijgt –hij verhuist voor de liefde naar Amersfoort- schrijft hij in het Nederlands. Eerst gedichten bij interviews met personen, toen bij foto’s en daarna een eerste bundel Door bloeiend heimwee, gevolgd door De hartslagen van de mus. En in 2018, bij uitgeverij Lipardi in Utrecht: De stem die baart.
Marten Janse sprak bij hem thuis over taal en cultuur.

Foto Hans Erkelens

Je bent drie keer verplant. Waar wortel jij?
Ja, eerst in Oldenzaal, toen weer in Turkije en nu uiteindelijk in Amersfoort. De eerste keer was makkelijk. Ik was jong en liep gewoon met anderen mee. Maar de tweede keer was anders. Daar waren ook zoveel minder voorzieningen, je moest buiten naar de wc. Ik heb daar wel, na twee jaar, de tv zien komen. Dat was heel bijzonder. We zaten met veertig mensen op de grond in de huiskamer. De accu’s werden van de tractoren gehaald en zo konden we twee uur televisiekijken. Dat is wel een van mijn mooiste herinneringen uit die tijd!
Ik ben wel kritisch naar de Turkse samenleving gaan kijken, ik was er zes jaar weggeweest en kende bijvoorbeeld de televisie al van hier. Omgekeerd gebeurde hetzelfde. Ik was net opgewarmd in Turkije toen ik weer terugkwam. Mijn opleiding was natuurlijk onderbroken en mijn Nederlands was verwaterd. Taal heeft geen band met de drager. Ik had geen zin om te schakelen. Ik was zestien en wilde gewoon geld verdienen.
Dat klinkt weinig poëtisch. Hoe kom je van daar bij het dichten?
Ik was beïnvloed door de volksdichters van Turkije. In sommige liederen zie je de opstand, de rebelsheid. Krachtige taal waarvan je tranen in de ogen krijgt. Vijf/zes eeuwen oud uit de tijd van het Ottomaanse rijk, uit de tijd van veel opstanden. Luister hier bijvoorbeeld eens naar: De kreet is van de sultan, maar de bergen zijn van ons.
Ik schreef deze en andere liedteksten op, als vijftien-/zestienjarige. Zo ben ik begonnen. Dat was mijn inspiratiebron. Het was 1980, in Turkije was een staatsgreep, ik was links geëngageerd. Ik was solidair met de armen en met journalisten die in de gevangenis werden gegooid. En ik publiceerde in Turkije.
Maar toen kreeg ik kinderen. Zij spreken geen Turks. En ik woon hier, dus ik bedacht dat ik nog wel solidair kon zijn, maar dat dat ook in het Nederlands mag. Ik heb mijzelf de opdracht gegeven om het jaar 2000 vast te leggen in foto’s en gedichten. Een mooi project om de multiculturele samenleving te laten zien waarvan ik getuige ben. Een tijdsdocument.
Daarna heb ik mijn eerste dichtbundel in het Nederlands geschreven.

EEN WANDELING
WACHT


Niet alleen de bomen lijken op dit land,
de bloemen doen dat ook, het gras lijkt op dit land
de dakpannen niet te vergeten.


Vooral het gesprek over kinderen lijkt op dit land
hoe vrouwen gehaast fietsen, mannen mopperen
over politiek. Wat in het bijzonder op dit land lijkt
zijn de warme woonkamers. Door het raam
naar buiten kijken, thuis of in de trein.
Almaar op zoek naar iets nieuws.


Wat eveneens op dit mooie land lijkt
zijn oude mensen die graag door willen gaan,
het moeilijk vinden om te stoppen.
Bang zijn voor een vreemde, ook al komt die
van de andere kant van het land.


Ook de grachten en het water dat golft
in de wind. Maar het meest lijkt dit land op
de duinen waar een wandeling wacht
op een wandelaar.
(Uit: De stem die baart, 2018)


Ken je ook Nederlandse dichters?
Jazeker! Ik ben fan van Rutger Kopland, lees ook Ilja Pfeiffer graag, Ingmar Heytze en Marsman. Maar het liefst lees ik verzamelbundels. Je stapt dan van de ene wereld in de andere, heerlijk vind ik dat.
Ik zit in drie poëziekringen, één in Utrecht en twee in Amersfoort. Daar leer ik veel van, bijvoorbeeld dat een kraai ook een naam is voor een doodgraver. En een knaapje een kleerhanger. Een ander voorbeeld is de kraanvogel: in Turkije is dat de boodschapper van de liefde. En brood bijvoorbeeld, als je geen brood bezit, zit je in Turkije enorm in de ellende. Veel meer nog dan hier in Nederland.
Ik zit ook bij Taalpodium Zeist, een vereniging van meer dan honderd leden die samen een blad uitbrengen.
Waar komt jouw inspiratie vandaan?
Ik lees het in de krant of hoor het op de radio en dan sla ik het op. Of ik zie het ergens… Later komt er een moment dat ik het dan opeens kan gebruiken. Zo zag ik een schotelkerkhof in Mosul, allemaal schotelontvangers die in beslag waren genomen en op een plek gedumpt. Mensen hun oren en ogen afgenomen… Of het bericht over Italiaanse vissers die geen vis meer eten omdat er zoveel vluchtelingen verdronken zijn in de Middellandse Zee. Ik zag een foto van een meisje in het water en dacht even dat het mijn dochters waren die met armen en benen wijd dreven en naar de vissen keken. Pas toen ik het onderschrift las, begreep ik dat het een drenkeling was. In mijn gedicht koppelde ik dat aan het verhaal van die Italiaanse vissers.
Waarom schrijf je?
Om emotioneel tot rust te komen. Ik denk dat als ik zou stoppen met schrijven, ik in mijn hart blind word. Het is meer dan een uitlaatklep. Een dichter is een getuige van zijn tijd. Ik hoorde van een wereldwijde enquête onder mensen naar hun mooiste wensen. En in Mongolië was er een man die wenste dat zijn paarden nooit honger zouden hebben. Dat vond ik zo mooi! Geen onhaalbare wensen over wereldvrede of uitbannen van ziektes, maar gewoon iets waar je zelf aan kunt werken, eerlijk en oprecht.
Ik wilde ook schrijven over de moord op de journalist in de ambassade van Saudi-Arabië. Onbegrijpelijk dat dat vandaag de dag nog kan. Maar ik wilde niet met de vinger wijzen of belerend doen. Toen ik de verloofde voor me zag die buiten stond te wachten, bedacht ik dat het over kwijtraken moest gaan. En zo heb ik het geschreven: Vier voorbeelden hoe je iemand kwijtraakt.

VIER VOORBEELDEN
HOE JE IEMAND
KWIJTRAAKT


Voorbeeld 1
Je dochter van vier trekt het laken over je gezicht
rent naar mama en zegt, papa is kwijt.
Ze gaan gillend alle kamers langs op zoek naar jou.
Dan word je gevonden, je dochter omhelst je,
je krijgt een kus van je vrouw.
Gevonden worden is geweldig.


Voorbeeld 2
Je gaat het Saudische consulaat in Istanbul binnen
je aanstaande vrouw wacht op de stoep.
Je komt nooit meer naar buiten.
Veel later word je in tassen naar buiten gedragen.
Iemand pakt een schop,
iemand wil niet dat zijn schoenen vies worden.
Ondanks alles, gevonden worden is geweldig.


Voorbeeld 3
Je vader is dement, eigenwijzer dan daarvoor.
Hij is ontglipt aan je aandacht,
de deur stond open en het regende kou.
Je gaat de weg op kijkt langs alle straten,
er gaan vragen door je hoofd die daar niet horen.
Eindelijk belt iemand dat hij thuis wordt gebracht.
Gevonden worden is geweldig.


Voorbeeld 4
Het is winter en tegen het eind van het nacht,
je bent zo bezopen dat je amper kan nadenken.
Een traditie, pissen in de gracht na elk kroegbezoek
jammer dat er geen dikke ijslaag op ligt.
In de middag kijkt je vriend of je al wakker bent
hij ontdekt de leegte die je hebt achtergelaten.
Mensen moeten nog overtuigd worden,
zodat duikers naar je gaan zoeken.
Ondanks alles, gevonden worden is geweldig.
(ongepubliceerd)


Hoe reageren mensen op je poëzie?
Ik hoor van mensen dat het hen wel raakt, dat ze het mooi vinden. Dat vind ik positief. Maar meestal zeggen de mensen niets. Alleen als je ze heel goed kent dat zeggen ze wat. Maar daarom zit ik ook bij die kringen, want daar krijg ik feedback en ook nog op m’n donder als het nodig is. Ik vind het ook leuk om een opdracht te krijgen. De opdrachten zijn niet altijd fijn, maar het dwingt je om je rivierbed te verlaten en een ander pad op te gaan. Daar leer ik van.
Ik probeer ook op een andere manier te schrijven. In het eerste deel van mijn bundel bijvoorbeeld, zitten gewelddadige beelden van een man die z’n been afhakt, een terrorist, en nog meer. Ik hoef niet ver te zoeken naar die beelden zolang in Iran nog mensen opgehangen worden, een spektakel waar tienduizenden op afkomen. En zolang in Afghanistan en Pakistan nog vrouwen gestenigd worden. De werkelijkheid is dichtbij.
In Nederland werden heksen verbrand, althans mensen waarvan gedacht werd dat ze heksen waren. Er was toen weinig informatie. Nu is alle informatie beschikbaar, dus doen we dat niet meer. Ik begrijp niet dat mensen zo langzaam vooruitgaan. Daarom moeten we over die zaken schrijven, dat zijn we verplicht. Niet te soft, niet alleen over ons eigen gevoel, maar ook over wat daarbuiten is. Ik vind, als de dichter in de spiegel kijkt, moet hij ook de achterkant van de spiegel zien en daarover schrijven.
Is dat jouw missie?
Mensen, wereldwijd, zijn voor vijfennegentig procent hetzelfde, maar wij kijken alleen naar de verschillen en gebruiken die om elkaar af te stoten. Dat vind ik zo jammer. We moeten de mensen bijbrengen dat er een omslag nodig is.

DE MAN DIE
ZIJN BEEN
TROOST

Midden op het plein slaat een man met een steen
op zijn bovenbeen. Voorbijgangers verzamelen zich
om hem heen, om te zien hoe de spijkerbroek
scheurt en de huid openbarst. Een dunne straal bloed
stroomt op de kasseien, daarna zien ze hoe
de spieren scheuren. De man blijft maar slaan,
de steen hakt nu op zijn bot. Sprakeloos, gefascineerd
wordt er gekeken door steeds meer stervelingen.
De man gaat zitten, staan gaat niet meer.
Hij blijft slaan met de steen die nu helemaal bebloed is.
Een dierlijke lust ontstaat door dit schouwspel,
diep in het vlees van de toeschouwers,
bij het zien van een steniging of als iemand
met een hijskraan wordt ophangen. Lachend
en tandenknarsend van pijn, blijft de man bonken
op het bot. Een toeschouwer krijgt een stijve,
stopt zijn hand in zijn broek en begint te masturberen.
Uiteindelijk verbrijzelt de man zijn bot. Nu slaat hij
op het laatste stuk vlees dat nog vast zit, eindelijk
lukt het de man om zijn been van zijn lichaam
te scheiden. Opgewonden betasten vrouwen
hun borsten en vagina’s, kijkend naar de man
die zijn been in zijn armen neemt en troost.
(Uit: De stem die baart, 2018)