İki kez göçmüş, İki dilli şair: Ali Şerik. Söyleşen: Atilla İpek 2008

Atilla İpek

Oda Sanat Dergisi. 01 Haz 2008
İki kez göçmüş, İki dilli şair: Ali Şerik
Söyleşen: Atilla İpek

Hollanda’ya geldiğimde devam ettiğim uyum kursunda, bize Utrecht’in Hollanda’nın ortası olduğunu öğretmişlerdi. Hollanda’nın sosyal ve coğrafi yaşamı hakkında ders veren çok sevecen (ne de olsa Brabant’lıydı) bir hocamız vardı. ‘Utrecht’e bayılırım’ derdi, ‘hele hele istasyonuna, havaalanı gibidir, canlıdır, hareketlidir’. Daha sonraları ben de hep aynı şeyleri hissettim Utrecht için.

Hafta içiydi ve iş çıkışı telaşı istasyonda hissediliyordu. Günde yüzellibin kişinin uğrak yeri olan Hollanda’nın bu en büyük istasyonunda çalışanlar, öğrenciler, turistler, gelenler, gidenler birbirleriyle yarışıyorlardı.

Netekim istasyonun üstteki büyük salonunun 15. peronu civarlarında Ali Şerik’le buluştuk.

Birlikte istasyondan çıkıp şehir merkezine doğru yürürken bir yandan da ‘Merhaba? nasılsınız’la başlayan? hızla senli benli olan sohbetimize koyulmuştuk bile.

Ali Şerik, 1962 Divriği doğumlu, ama daha genç gösteriyor. Babası 1966 yılında Hollanda’ya gelmiş ve 1969’ta Ali Şerik’i Hollanda’ya aldırmış. Altı yıl Hollanda’da kalan Ali 13 yaşındayken tekrar Türkiye’ye gönderilmiş. 1975-79 yıllarında üç yıl Sivas’ta, bir yıl da Ankara’da kalan Ali, Ankara yıllarında edebiyata ve şiire ilgi duymaya başlamış. Fakir Baykurt’un ‘Onbinlerce Kağnı’ okuduğu ilk kitaplardan. Onaltı yaşlarında gelişmeye başlayan bu edebiyat tutkusunu Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Aleksandr Puşkinler beslemiş, gaz vermişler.

O yıllardan kendi sitesinde şöyle bahsediliyor:
1974 yaz tatilinin sonunda, bavullar tekrar yerleştirilirken, köylü komşular hediyelik peynir, tarhana, kaymak, bulgur gibi yiyeceklerle doldururken minibüslerine, öğrenir Türkiye’de kalacağını. İşte o zaman anlar tatil giysileri neden bu kadar çok olduğunu.
Başka bir köyde, halasının yanında yerleşir. Burada ne televizyon, ne musluktan akan su, nede futbol sahası vardır. İlk haftaları sevmemiş yeni yurdunu, kendisini tekrar gurbette hissetmis. Üzüntüsünü ve kederini yeni arkadaşları, güvercinler dağıtmış. Tekrar sevmeye başlamış küfürleri, geceleri ışıksız tozlu sokakları, su testilerini, traktörleri, kışın damlardan kar sıyırmasını. Sonra Ankara’ya gider dayısının yanına, orada romanla, öykülerle, hikâyelerle tanışır, şiirle tanışır.

1979 yılında Hollanda’ya ikinci göçü gerçekleşmiş Ali Şerik’in. Hem okumaya hem de çalışmaya başlayan Ali Şerik 1982 yılında okulu bırakmış ve tamamen çalışmaya başlamış.

O yıllarda ilk şiirleri Hollanda’da çıkan İlke ve Sesimiz dergilerinde yayınlanmaya başlamış.

1993 yılında ilk şiir kitabı çalışması kendi olanaklarıyla ‘yarım yamalak’ yayınlanır Ali Şerik’in. O ara Hollandaca şiirler de yazmaya başlar. Utrecht’te çıkan ‘Schrijf’ dergisinde çıkar şiirleri. 1999 yılında ilk Hollandaca şiir kitabı çıkar proje kitabı : ‘De Regenboog’. Onun ardından ikinci şiir proje kitabı gelir “Kleuren uit 2000” 2000’den Renkler.

2001 ve 2006 yılları arasında Amersfoortse Courant gazetesinde haftalık köşe yazıları yazar Ali Şerik.

2005 yılı geldiğinde ilk Türkçe şiir kitabı Broy yayınevinden çıkar: ‘Yalan Kuyusu’. Kırk küsür şiir içeren bu kitabı 2006 yılında ikinci Türçe kitap takip eder:’Sevdanın Yırtılan Yeri’. Bu kitap da Broy yayınevinden çıkar. 2007 yılında yine Broy yayınevinden üçüncü kitabı yayımlanır Ali Şerik’in. Bu kitabta 44 şiire Hollandalı Türk fotoğrafçı Gülağa Kazankaya da 44 adet birbirinden şiirsel fotoğrafıyla katkıda bulunur. Bu son kitap okuyucuyu fotoğraf ve şiirler eşliğinde duygu seline katıp sürüklüyor.

Ali Şerik’le Utrecht’in meşhur ‘eski kanallarının’ kıyısında, kalabalık bir sokakta kanala bakan bir masa bulduk ve hemen çöreklendik. Kitaplarından ve projelerinden bahsettik. Hollanda’da diğer etnik azınlıklar bol bol yazar ve kitap çıkarırken biz Türklerin neden geri kaldığından dert yandık.

Hollanda’da Türkçe yazan yazar ve şairlerin genel yakındığı bir konudan Ali Şerik de muzdarip: Yurt dışında yaşıyor olmak. Türkiye’de tanıtım ve okurla iletişim eksikliği çeken ‘gurbetçi’ yazar ve şairler Hollanda’da daha çok tanınıyorlar ama buradaki okur sayısı maalesef çok az. Derdini, sevincini, aşkını, isyanını Türkçe anlatan birinci ve ikinci kuşak belli bir sayıda yazar ve şair çıkarmışken, Hollanda edebiyatına eser kazandırmış (üçüncü kuşak) Türk yazar ve şair bir elin parmaklarını geçmiyor henüz maalesef.

Ali Şerik’le şiir sohbetimiz Hollanda’daki Türk Edebiyatının sorunları üzerinde bir dertleşmeye dönüştü. Sonra dünyanın dertlerine düştük ki meğer Ali Şerik şu an üzerinde çalıştığı şiir dosyasında da bu konular üzerinde yoğunlaşmış. Gündelik hayatın normallerine dönüşen savaşlar; artık normal karşılar olduğumuz çelişkiler, tezatlar üzerine bizleri düşünmeye ve tekrar hissetmeye yönelten şiirler yazmış Ali Şerik. Kitabın adını da ‘off the record’ fısıldadı. Şu anda kitap ve şiirler üzerinde çalışıyor ve son düzeltmeleri yapıyor. Sanıyorum en kısa zamanda yeni kitabıyla tekrar buluşacak okuruyla. Ali Şerik’le sohbetimiz su gibi akıp gitti. Kalkmalıydık. Utrecht İstasyonunun iş çıkışı kalabalığı geçmişti, şimdi daha bir tenha, daha bir hoştu.

Tekrar buluşmak üzere ayrıldık Ali Şerik’le. Lahey’e giden tren sanki beni beklermiş gibi tehir yapmış ve on dakika once kalkmış olması gerekirken bir dakika sonra kalkacakmış. Trende sakin bir yer bulup oturdum. Aklımda sohbetimizden arda kalan diyaloglarla geçti yolculuk:

Ne zaman Hollandaca yazıyorsun, ne zaman Türkçe?

Özel bir seçim yok. Değişiyor. O gün hangi dil beni daha çok beslemişse, o dilde yazabiliyorum. Duygular ve düşünceler dünyası hangi dille yüreğime, beynime ulaşıyorsa, dizelerde o dille kalemden dökülüyor.

Kendi şiirlerini bir dilden diğerine çeviriyor musun?

Hayır. Kendi şiirini çevirmek daha zor olsa gerek, tekrar yazmak gibi. Tekrar yazıldığında yeni şiir doğuyor, bir çevirmenden daha özgürsün. Ben şiirleri yazdığım dil içinde bırakıyorum.

Etkilendiğin ya da beğendiğin (Türk veya Hollandalı ) şairler kimler?

İsim vermekte zorlanıyorum. Etkilendiğim ve beğendiğim şairler ve şiirler çok. Herkes kendisine yakın olan şairi aramalı ve bulmalı, benliğine ve kalbine neden hitap ettiğini araştırmalı, bakın o zaman sevdiğiniz ve değer verdiğiniz şairler arasında mutlak benimde sevdiğim şairleri bulacaksınız. Örneğin kim sevmez Orhan Veli’yi, Nazım’ı, Can Yücel’i, Enver Gökçe’yi, Ahmet Arif’i, Ataol Behramoğlu’nu, Hasan Hüseyin’i, Gerrit Komrij’i Rutger Kopland’ı, J. Bernlef, Remco Campert’ı saymakla bitmiyor aslında.

Başlangıçta kitaplara ulaşmak, edebiyat üzerinde sohbet edebileceğin dostları bulmak kolay olmasa gerek. Hollanda’da edebiyat ihtiyacını başlangıçta nasıl karşılıyordun? Seni Hollanda’da neler besledi ve şiir ve edebiyattan kopmadın?

Bir zamanlar kitaplara Cumhuriyet Kitap Kulübü aracılığı ile kitaplara ulaştım. Şimdi tatile gittiğimde bavulumun en az yarısı kitap dolu. Ve dergiler ulaşıyor elime. Şiir tartışmalarını özlüyorum, Hollanda’da düzenlenen, azda olsa, edebiyat etkinliklerin hepsine katılama imkânım yok. Bunun için tüm boş zamanı, yorgunluk o gün bedenimi kemirip bitirmediyse, edebiyatla uğraşıyorum. Hayat beni öyle besliyor ki şiir yazmadan edemiyorum. Aslında şiir, düşünen bir insan olarak var olmamı sağlıyor. Anayoldan ayrılıp ara sokaklara girmemi teşvik etmekte.

Edebiyat dışında bir alanda çalışıyorsun. Günlük hayatında şiirin yeri ne? İş arkadaşların senin şairliğine nasıl bakıyor mesela?

Günlük hayatımda şiir beni ayakta tutan, beni yaşamaya zorlayan en önemli yaşam kaynağı. Sanki şiirle nefes alıyorum. Abartmıyorum. Düşünmeyi ve sağduyulu olmayı şiir sayesinde unutmadım. İkimiz birbirimize omuz vermiş, dolaşıyoruz bu ülkede, her zorluğa omuz verircesine. Karım gibi özlemlerime, acılarıma, kederlerime sahip çıkıyor.

Edebiyat bu gün bizim insanların hayatlarında bir ihtiyaç olarak uzaklaştı, bundan dolayı sohbet ve tartışma imkânlarını yaşadığım çevrede yakalama olasılığı sıfır denecek kadar az.

Çevremde kimse şiirlerime ilgilenmiyor, belki böylesi daha iyi.

Köşe yazılarında hangi konuları işliyordun? çevrende ve iş arkadaşlarından nasıl tepkiler alıyordun? Yazdıkların üzerinde seninle konuşmak ya da tartışmak isteyen oluyor muydu?

En güzel tepkiyi oğlumdan aldım, daha doğrusu öğretmeninden. O zaman oğlum ortaokul son sınıftaydı. Kaldığım kente genç bir delikanlı, güpegündüz çarşının merkezinde cinayet kurbanı oldu. Genç yaşta gözlerini yumdu hayata. Makalemde bu konuyu işlemiştim. Ortaokuldaki öğretmen derse başlamadan önce makaleyi okuyup, bu vahim olayı, sohbet havasında çocuklarla işlemiş.
Köşe yazılarımda genelde insanların güncel yaşamlarını ve kente yaşanan sosyal, kültürel ve siyasal çarpıklıkları işliyordum.

Hollandaca şiir kitabı hazırlıkları var mı?

Evet, fakat ne zaman biter bilmiyorum.

Interview: Ali Şerik vertraagt de waarneming in een op hol geslagen wereld.

Door: Peter le Nobel. 2018

Nationaleboekenblog van Peter le Nobel

Ali Şerik vertraagt de waarneming in een op hol geslagen wereld

Ali Şerik wil als dichter vooral het waarnemen vertragen, zo blijkt na lezing van zijn nieuwe bundel ‘De stem die baart.’ Deze begint met bloederige, wrede gedichten, maar gaandeweg komt ook de typische, vertellende lyriek van Şerik terug, waarbij de observator de lezer vooral wil laten ervaren.

Door: Peter le Nobel

“We kunnen uiteindelijk altijd de mooie kant van ons laten zien”, zegt Şerik, “maar we hebben ook een donkere zijde. We gaan soms slecht met elkaar om, zoals door te pesten op de werkvloer, door elkaar welbewust pijn te doen. Zo laat ik in een gedicht een man en een vrouw elkaar opeten. De donkere kant van de mens zie je niet alleen in de wereldpolitiek terug, maar ook in de relatie tussen mensen. Dat wilde ik gruwelijk en nauwkeurig weergeven, omdat we continu in die situatie geraken. Dit verschijnsel is van alle tijden. We proberen steeds nieuwe manieren uit te vinden om het uit te leggen, weer te geven.”

“Ik heb ook een gedicht geschreven waarin iemand zichzelf opereert. Ik kwam erop toen ik 30 jaar was getrouwd en de tijd overzag. Drie decennia terug haalde mijn vrouw de recepten bij vrienden op, en nu bekijkt ze die via YouTube. Dat is natuurlijk een gigantische vooruitgang: de hele wereldkeuken heb je tot je beschikking, maar het menselijk contact, de menselijke waarden, heb je buitengesloten. In dat gedicht heb ik geprobeerd dat over te brengen.”

‘Het gedicht brengt innerlijke rust terwijl de kaders in je hersens losbarsten’


“Wreedheid is van alle tijden, maar de moderne mens, door de kunstmatige intelligentie, zijn we op dit moment bezig om een nieuwe weg in te slaan. Door het onderwijs, door de structuur van onze samenleving, kunnen we heel veel informatie verwerken, terwijl we tegelijkertijd onszelf proberen te begrijpen in de wereld om ons heen. We zijn zo bezig om de toekomst te veranderen, dat we een nieuwe psyché moeten hebben en de innerlijke rust moeten vinden. Uiteindelijk is dat de kracht van het gedicht: je krijgt innerlijke rust terwijl kaders in je hersens losbarsten.”


‘Ik probeer de dingen een nieuw leven te geven’


“Ik probeer te schrijven wat mij dagelijks bezighoudt. Ik ben niet iemand die graag praat over problemen, maar die liever van zich afschrijft. Ik ben een waarnemer. Het persoonlijke probeer ik daarom altijd te vermijden, maar uiteindelijk kom je daar niet onderuit.”

Op het blauwe water


Op het blauwe water van de zee drijft
een meisje van vier. Haar gezicht naar de vissen.
Armen uit elkaar, benen gespreid,
om haar evenwicht niet te verliezen.
Ze herinnert mij aan mijn dochters,
aan de Egeïsche Zee. Ik moet dichtbij
onder een parasol zitten,
lees een boek of geniet van het uitzicht.
De tekst onder de foto haalt me uit mijn droom.
Het bericht gaat over bootvluchtelingen.
De donkerbruine huid van het meisje
is gebleekt door zeewater.
Gebleekt door de zee is ze zo lichtbruin geworden
als mijn dochters toen zij op die leeftijd
zomers lang op het strand met schelpen speelden.
Nu zijn mijn dochters jonge vrouwen geworden.
Dit meisje zal geen jonge vrouw worden.
Dode kinderen groeien immers niet.
Dit meisje dobbert al tweeëntwintig uur in de stroming.
Het wrak dat ze een boot noemden ligt op de bodem.
De Italiaanse vissers eten geen vis meer, als ze een vis
opensnijden, horen ze de hulpkreten
van de verdronken vluchtelingen.


“Het beeld van het meisje heb ik van een foto in de krant. Maar ik herinner me ook van de zomerse beelden van mijn dochters, die op hun buik in het water naar de vissen keken. Dat beeld van dat verdronken meisje heeft mij zo diep geraakt! De Italiaanse vissers wilden geen vis meer eten, omdat die de lichamen hebben aangevreten. Ik had het gevoel dat ik er iets mee moest doen. Wat ben ik blij dat we in een veilig land wonen. Mijn kinderen zal zoiets niet overkomen.”


“Ik probeer altijd die dingen weer te geven die we niet mogen vergeten. Ik vind dat we die een nieuw leven moeten geven.”


In 2012 en 2013 heeft hij ruim een jaar lang op vrijdag het wekelijkse gedicht voor de Nationale Boekenblog geschreven. Wekelijks een gedicht schrijven bleek een goede leerschool voor hem. “Door die deadline werd ik scherper in het zoeken van onderwerpen en werd ik gedwongen om nauwkeuriger te kijken in een kortere tijd.” Niet snel daarna kwam zijn Nederlandstalig debuut ‘Doorbloeiend heimwee’ uit, vervolgens ‘Hartslagen van de mus’. ‘De stem die baart’ is zijn derde Nederlandstalige bundel.

“Dichters zijn getuigen van hun tijd” Interview

Gepubliceerd in Meander Magazine

Dichters zijn getuigen van hun tijd”
Interview door Marten Janse

Geplaatst op 4 april 2019
Ali Ṣerik kwam als zevenjarig jochie met zijn vader naar Nederland. Zijn vader was gastarbeider in de textielindustrie in Twente. Maar omdat zijn zoon in zijn ogen te snel verwesterde, stuurde hij hem op twaalfjarige leeftijd terug naar Turkije. Daar woonde Ali tot z’n vijftiende op het platteland bij een tante in een dorp zonder elektriciteit en zonder stromend water in de huizen. Daarna nog een jaar in Ankara bij een oom.
Terug in Nederland vlogen z’n vriendjes van vroeger uit en was zijn opleiding gebroken. Ook het Nederlands was hij net zo snel vergeten als hij het eerder had geleerd. ‘Taal is niet persoonsgebonden’ zegt hij daarover. Hij gaat werken en schrijft in het Turks. Drie bundels verschijnen in Turkije.
Pas als hij kinderen krijgt –hij verhuist voor de liefde naar Amersfoort- schrijft hij in het Nederlands. Eerst gedichten bij interviews met personen, toen bij foto’s en daarna een eerste bundel Door bloeiend heimwee, gevolgd door De hartslagen van de mus. En in 2018, bij uitgeverij Lipardi in Utrecht: De stem die baart.
Marten Janse sprak bij hem thuis over taal en cultuur.

Foto Hans Erkelens

Je bent drie keer verplant. Waar wortel jij?
Ja, eerst in Oldenzaal, toen weer in Turkije en nu uiteindelijk in Amersfoort. De eerste keer was makkelijk. Ik was jong en liep gewoon met anderen mee. Maar de tweede keer was anders. Daar waren ook zoveel minder voorzieningen, je moest buiten naar de wc. Ik heb daar wel, na twee jaar, de tv zien komen. Dat was heel bijzonder. We zaten met veertig mensen op de grond in de huiskamer. De accu’s werden van de tractoren gehaald en zo konden we twee uur televisiekijken. Dat is wel een van mijn mooiste herinneringen uit die tijd!
Ik ben wel kritisch naar de Turkse samenleving gaan kijken, ik was er zes jaar weggeweest en kende bijvoorbeeld de televisie al van hier. Omgekeerd gebeurde hetzelfde. Ik was net opgewarmd in Turkije toen ik weer terugkwam. Mijn opleiding was natuurlijk onderbroken en mijn Nederlands was verwaterd. Taal heeft geen band met de drager. Ik had geen zin om te schakelen. Ik was zestien en wilde gewoon geld verdienen.
Dat klinkt weinig poëtisch. Hoe kom je van daar bij het dichten?
Ik was beïnvloed door de volksdichters van Turkije. In sommige liederen zie je de opstand, de rebelsheid. Krachtige taal waarvan je tranen in de ogen krijgt. Vijf/zes eeuwen oud uit de tijd van het Ottomaanse rijk, uit de tijd van veel opstanden. Luister hier bijvoorbeeld eens naar: De kreet is van de sultan, maar de bergen zijn van ons.
Ik schreef deze en andere liedteksten op, als vijftien-/zestienjarige. Zo ben ik begonnen. Dat was mijn inspiratiebron. Het was 1980, in Turkije was een staatsgreep, ik was links geëngageerd. Ik was solidair met de armen en met journalisten die in de gevangenis werden gegooid. En ik publiceerde in Turkije.
Maar toen kreeg ik kinderen. Zij spreken geen Turks. En ik woon hier, dus ik bedacht dat ik nog wel solidair kon zijn, maar dat dat ook in het Nederlands mag. Ik heb mijzelf de opdracht gegeven om het jaar 2000 vast te leggen in foto’s en gedichten. Een mooi project om de multiculturele samenleving te laten zien waarvan ik getuige ben. Een tijdsdocument.
Daarna heb ik mijn eerste dichtbundel in het Nederlands geschreven.

EEN WANDELING
WACHT


Niet alleen de bomen lijken op dit land,
de bloemen doen dat ook, het gras lijkt op dit land
de dakpannen niet te vergeten.


Vooral het gesprek over kinderen lijkt op dit land
hoe vrouwen gehaast fietsen, mannen mopperen
over politiek. Wat in het bijzonder op dit land lijkt
zijn de warme woonkamers. Door het raam
naar buiten kijken, thuis of in de trein.
Almaar op zoek naar iets nieuws.


Wat eveneens op dit mooie land lijkt
zijn oude mensen die graag door willen gaan,
het moeilijk vinden om te stoppen.
Bang zijn voor een vreemde, ook al komt die
van de andere kant van het land.


Ook de grachten en het water dat golft
in de wind. Maar het meest lijkt dit land op
de duinen waar een wandeling wacht
op een wandelaar.
(Uit: De stem die baart, 2018)


Ken je ook Nederlandse dichters?
Jazeker! Ik ben fan van Rutger Kopland, lees ook Ilja Pfeiffer graag, Ingmar Heytze en Marsman. Maar het liefst lees ik verzamelbundels. Je stapt dan van de ene wereld in de andere, heerlijk vind ik dat.
Ik zit in drie poëziekringen, één in Utrecht en twee in Amersfoort. Daar leer ik veel van, bijvoorbeeld dat een kraai ook een naam is voor een doodgraver. En een knaapje een kleerhanger. Een ander voorbeeld is de kraanvogel: in Turkije is dat de boodschapper van de liefde. En brood bijvoorbeeld, als je geen brood bezit, zit je in Turkije enorm in de ellende. Veel meer nog dan hier in Nederland.
Ik zit ook bij Taalpodium Zeist, een vereniging van meer dan honderd leden die samen een blad uitbrengen.
Waar komt jouw inspiratie vandaan?
Ik lees het in de krant of hoor het op de radio en dan sla ik het op. Of ik zie het ergens… Later komt er een moment dat ik het dan opeens kan gebruiken. Zo zag ik een schotelkerkhof in Mosul, allemaal schotelontvangers die in beslag waren genomen en op een plek gedumpt. Mensen hun oren en ogen afgenomen… Of het bericht over Italiaanse vissers die geen vis meer eten omdat er zoveel vluchtelingen verdronken zijn in de Middellandse Zee. Ik zag een foto van een meisje in het water en dacht even dat het mijn dochters waren die met armen en benen wijd dreven en naar de vissen keken. Pas toen ik het onderschrift las, begreep ik dat het een drenkeling was. In mijn gedicht koppelde ik dat aan het verhaal van die Italiaanse vissers.
Waarom schrijf je?
Om emotioneel tot rust te komen. Ik denk dat als ik zou stoppen met schrijven, ik in mijn hart blind word. Het is meer dan een uitlaatklep. Een dichter is een getuige van zijn tijd. Ik hoorde van een wereldwijde enquête onder mensen naar hun mooiste wensen. En in Mongolië was er een man die wenste dat zijn paarden nooit honger zouden hebben. Dat vond ik zo mooi! Geen onhaalbare wensen over wereldvrede of uitbannen van ziektes, maar gewoon iets waar je zelf aan kunt werken, eerlijk en oprecht.
Ik wilde ook schrijven over de moord op de journalist in de ambassade van Saudi-Arabië. Onbegrijpelijk dat dat vandaag de dag nog kan. Maar ik wilde niet met de vinger wijzen of belerend doen. Toen ik de verloofde voor me zag die buiten stond te wachten, bedacht ik dat het over kwijtraken moest gaan. En zo heb ik het geschreven: Vier voorbeelden hoe je iemand kwijtraakt.

VIER VOORBEELDEN
HOE JE IEMAND
KWIJTRAAKT


Voorbeeld 1
Je dochter van vier trekt het laken over je gezicht
rent naar mama en zegt, papa is kwijt.
Ze gaan gillend alle kamers langs op zoek naar jou.
Dan word je gevonden, je dochter omhelst je,
je krijgt een kus van je vrouw.
Gevonden worden is geweldig.


Voorbeeld 2
Je gaat het Saudische consulaat in Istanbul binnen
je aanstaande vrouw wacht op de stoep.
Je komt nooit meer naar buiten.
Veel later word je in tassen naar buiten gedragen.
Iemand pakt een schop,
iemand wil niet dat zijn schoenen vies worden.
Ondanks alles, gevonden worden is geweldig.


Voorbeeld 3
Je vader is dement, eigenwijzer dan daarvoor.
Hij is ontglipt aan je aandacht,
de deur stond open en het regende kou.
Je gaat de weg op kijkt langs alle straten,
er gaan vragen door je hoofd die daar niet horen.
Eindelijk belt iemand dat hij thuis wordt gebracht.
Gevonden worden is geweldig.


Voorbeeld 4
Het is winter en tegen het eind van het nacht,
je bent zo bezopen dat je amper kan nadenken.
Een traditie, pissen in de gracht na elk kroegbezoek
jammer dat er geen dikke ijslaag op ligt.
In de middag kijkt je vriend of je al wakker bent
hij ontdekt de leegte die je hebt achtergelaten.
Mensen moeten nog overtuigd worden,
zodat duikers naar je gaan zoeken.
Ondanks alles, gevonden worden is geweldig.
(ongepubliceerd)


Hoe reageren mensen op je poëzie?
Ik hoor van mensen dat het hen wel raakt, dat ze het mooi vinden. Dat vind ik positief. Maar meestal zeggen de mensen niets. Alleen als je ze heel goed kent dat zeggen ze wat. Maar daarom zit ik ook bij die kringen, want daar krijg ik feedback en ook nog op m’n donder als het nodig is. Ik vind het ook leuk om een opdracht te krijgen. De opdrachten zijn niet altijd fijn, maar het dwingt je om je rivierbed te verlaten en een ander pad op te gaan. Daar leer ik van.
Ik probeer ook op een andere manier te schrijven. In het eerste deel van mijn bundel bijvoorbeeld, zitten gewelddadige beelden van een man die z’n been afhakt, een terrorist, en nog meer. Ik hoef niet ver te zoeken naar die beelden zolang in Iran nog mensen opgehangen worden, een spektakel waar tienduizenden op afkomen. En zolang in Afghanistan en Pakistan nog vrouwen gestenigd worden. De werkelijkheid is dichtbij.
In Nederland werden heksen verbrand, althans mensen waarvan gedacht werd dat ze heksen waren. Er was toen weinig informatie. Nu is alle informatie beschikbaar, dus doen we dat niet meer. Ik begrijp niet dat mensen zo langzaam vooruitgaan. Daarom moeten we over die zaken schrijven, dat zijn we verplicht. Niet te soft, niet alleen over ons eigen gevoel, maar ook over wat daarbuiten is. Ik vind, als de dichter in de spiegel kijkt, moet hij ook de achterkant van de spiegel zien en daarover schrijven.
Is dat jouw missie?
Mensen, wereldwijd, zijn voor vijfennegentig procent hetzelfde, maar wij kijken alleen naar de verschillen en gebruiken die om elkaar af te stoten. Dat vind ik zo jammer. We moeten de mensen bijbrengen dat er een omslag nodig is.

DE MAN DIE
ZIJN BEEN
TROOST

Midden op het plein slaat een man met een steen
op zijn bovenbeen. Voorbijgangers verzamelen zich
om hem heen, om te zien hoe de spijkerbroek
scheurt en de huid openbarst. Een dunne straal bloed
stroomt op de kasseien, daarna zien ze hoe
de spieren scheuren. De man blijft maar slaan,
de steen hakt nu op zijn bot. Sprakeloos, gefascineerd
wordt er gekeken door steeds meer stervelingen.
De man gaat zitten, staan gaat niet meer.
Hij blijft slaan met de steen die nu helemaal bebloed is.
Een dierlijke lust ontstaat door dit schouwspel,
diep in het vlees van de toeschouwers,
bij het zien van een steniging of als iemand
met een hijskraan wordt ophangen. Lachend
en tandenknarsend van pijn, blijft de man bonken
op het bot. Een toeschouwer krijgt een stijve,
stopt zijn hand in zijn broek en begint te masturberen.
Uiteindelijk verbrijzelt de man zijn bot. Nu slaat hij
op het laatste stuk vlees dat nog vast zit, eindelijk
lukt het de man om zijn been van zijn lichaam
te scheiden. Opgewonden betasten vrouwen
hun borsten en vagina’s, kijkend naar de man
die zijn been in zijn armen neemt en troost.
(Uit: De stem die baart, 2018)